![]() |
![]() |
#1
|
|||
|
|||
![]()
SEMİH KAPLANOĞLU, SİNEMA SERÜVENİNİ ANLATTI. YÖNETMEN, ALTIN AYI'NIN TÜRK SİNEMASI İÇİN ÇOK ÖNEMLİ BİR ÖDÜL OLDUĞUNU SÖYLÜYOR VE EKLİYOR: "BİR ŞEY BAŞARDIM GİBİ DÜŞÜNMEMEK, YENİ FİLMLERE BAKMAK GEREK. FİLMLERİMİZ VE BİZİM HAKKIMIZDA ATIP TUTANLARI ARTIK ÖNEMSEMİYORUM"ACAYİP BİR ŞEY BAŞARMIŞ GİBİ... HİSSETMİYORUM
Semih Kaplanoğlu'nun sinema ve şiirle geçen yaşamını kendisinden dinleyince, Bal filmiyle Berlin Film Festivali'nden Altın Ayı almasının aslında bir sonuç olduğunu düşünüyor insan. Şiir ve sinemaya adanmış bir ömür var karşımızda. Adeta 'inadına sinema inadına şiir' diyerek birçok sıkıntıya, hırpalanmaya göğüs germiş yıllarca. Film çekmenin mucize olduğu 80'lerde ve 90'ların başında, ileride Türk sinemasına damgasını vuracak olan sinemacılarla yolları kesişmiş. Ve tüm o yıllar boyunca 'kendini biriktirmiş' Kaplanoğlu. Efsane sıra Şehnaz Tango ile yönetmenliğe başlayan, 2000 yılında ilk filmi Herkes Kendi Evinde'yi çekerek yönetmenlik macerasına beyazperdede devam eden Kaplanoğlu, bugün Türkiye'nin en önemli yönetmenleri arasında. Üç yıl önce yorucu bir yolculuğa çıkan, Yumurta ile başlayan Süt'le devam edip Bal'la tamamlanan 'Yusuf' üçlemesini çekmeye başlayan Kaplanoğlu, aslında buram buram bu coğrafyadan beslenen bir sinemanın da peşine düştü. Şair Yusuf'un hikâyesi üzerinden, taşradaki toplumsal değişime, aidiyet meselesine, Doğu-Batı çelişkisine, anane ve modernizm çatışmasına baktı. Üç filme gelen tepkilerle aldığı uluslararası ödüller de gösteriyor ki, Kaplanoğlu bu çabasında epey başarılı oldu. Filmlerini izlemeden hakkında atıp tutanlar, 'böyle film olur mu?' diyenler, şimdilerde Altın Ayı ödülünü görünce çark etseler de, Semih Kaplanoğlu cephesinde tevazu hakim. Kaplanoğlu, "Acayip bir şey başardım gibi düşünmemek gerek. Sakin olmak ve yeni filmlere bakmak lazım," diyor ve ödülün Türk sineması için önemli olduğunu düşünüyor. SİNEMAYA KAFAYI TAKMIŞTIM: "İlkokuldan başlayarak sinemaya kafayı takmıştım. Babam da sinemayı severdi. Çocukluğum özellikle İzmir'de yazları, yazlık sinemalarda günde iki film izleyerek geçiyordu. Vizyona giren filmleri de izlerdim. Ayrıca Fransız Kültür Merkezi vardı, haftada dört film gösterilirdi. Gösterimleri kaçırmazdım. Babam kart çıkarmıştı. Ben buranın abonesiydim. Bunun için 50, 60, 70'lerin ve o günün Fransız sinemasını sular seller gibi bilirim. Bu sinema sevgisi yüzünden son radde bilinçli olarak sinema okumaya karar verdim. Yıl 1980... O dönem sinema eğitimi veren iki mektep vardı. Biri Mimar Sinan Üniversitesi, diğeri Dokuz Eylül Üniversitesi... Bu okullara kabiliyet sınavıyla giriliyordu. Türkiye'nin karışık olduğu bir dörem olduğu için ve kalacak yer problemi sebebiyle Mimar Sinan'a başvurmak istedim. Olmadı. Dokuz Eylül Üniversitesi'ne başvurdum. 2000 kişi arasından 10 kişi alındı. Ben de o 10 kişi arasındaydım. Böylece 17 yaşımda sinema okuma başladım." UMUTSUZ BİR DÖNEM: "Okul bitince, film yapmak için 21 yaşımda İstanbul'a geldim. Atıf Yılmaz ile Ömer Kavur'un yanına gittim. Film çekmenin mucize olduğu bir dönemdi. Onlar, yılda bir film çekiyor, doğal olarak kendi ekipleriyle çalışıyorlardı. Bunun için yollarımız kesişmedi. Sinemacı olmak isteyen bir öbek arkadaşım vardı. Mehmet Güreli, İhsan Kabil ile filmler izleyip sinema üzerine muhabbet ediyorduk. Nuri Bilge Ceylan'ın adını duyuyordum mesela. Ortak arkadaşlarımız vardı. Ama bir türlü bir araya gelememiştik. Derviş Zaim'i tanıyordum. Roman yazmaya çalışıyordu, sinemayla da ilgiliydi. Buluşup senaryolarımızı okurduk Derviş'le. Ece Ayhan ve Mustafa Irgat ile arkadaştık. Ezel Akay'ı, Yeşim Ustaoğlu'nu hatırlıyorum. Ahmet Uluçay Kütahya'dan name yazıyordu. "Şöyle bir film çekmek istiyorum," diye anlatıyordu... 80'li yılların 90'lara evrildiği zamanlar işte. İmkânsızlıklar nedeniyle film çekilemediği ama sinema yapmak üzerine çok konuşulduğu bir dönem. İstekli gençlerin olduğu, belli birikimin oluştuğu ama film çekmenin mucize olduğu, insanların 'Ne yapacağız, nasıl film çekeceğiz' diye konuşup, beklediği zamanlar. İstanbul Film Festivali'nde bir araya gelip film izler, konuşurduk. Yani adeta biz, bir şekilde gençlik örgütlenmesi oluşturmuştuk. İlk olarak Yeşim Ustaoğlu İz'i, sonra Derviş Zaim Tabutta Rövaşata'yı çekerek bu döngüyü kırdı." SİNEMA VE ŞİİR KIZLARDAN ÖNEMLİYDİ: "Ben bu dönemde sinema yazıları yazmaya başladım. Söz diye bir gazete vardı. Murathan Mungan kültür sanat sayfası yapıyordu. Ömer Kavur'un Gece Yolculuğu filmi üzerine bir yazı yazmıştım. Gazete iki hafta sonra kapandı. Süha Arın'a kamera asistanlığı yapıyordum. Şehnaz Tango dizisini yazıp yönettim. Bu sıra sayesinde epey bir pratik edindim, bu işi yapabileceğimi gördüm. Sinemanın yanında şiir de oldu hayatımda. Yazıyordum, dergilerde yayımlanıyordu, şairlerle arkadaşlığım vardı. Bütün hayatım şiir ve sinemaydı. Kızlardan bile önemliydi. Özellikle İstanbul'a geldiğim ilk 10 yıl böyle duygusal bir şekilde geçti." İLK FİLMİMDE ŞANSLI VE DE ŞANSSIZDIM: "Üç dört yıl Herkes Kendi Evinde'nin senaryosuyla uğraştım. Bir türlü istediğim noktaya gelmiyordu. Şimdi anlıyorum ki, senaryoyu yazdıktan sonra derhal çekmek gerek. Ama çekemeyince sürekli senaryoyla oynuyorsunuz. Bundan dolayı, 'onu da anlatayım, bunu anlatayım,' diyerek çok çok malzemenin içine yığıldığı bir senaryo çıktı ortaya. Yapım konusunda bir yandan şanslıydım, bir yandan da şanssızdım. Şanslıydım: Filmi çekecektim. Şanssızdım: Çok daha ucuza ve basit yapılabilecekken, yapım şirketinin de tecrübesizliğinden ekonomik olarak büyük zorluklar yaşandı. Ama şunu anladım. Bir filmin yapımcısı olmazsam, istediğim filmi yapamayacağım. Sonra eşim Leyla İpekçi ile beraber Kaplan Film diye şirket kurduk. Proje geliştirdik, projelere destek aramaya başladık." YUSUF'UN ENERJİSİ ANADOLU'DAN: "Ben çok dolaşıyorum. Anadolu'ya gidiyorum, Antep, Mardin, Karadeniz, doğu batı geziyorum. Gidip kahvehanelerde oturuyorum. Meleğin Düşüşü'nden sonra da böyle bir dönem yaşadım. Anadolu'da nasıl bir dönüşüm yaşanıyor, insanlar nasıl yaşamaya çalışıyor anlamaya çalıştım. Anadolu'nun en ücra köşesi diye düşündüğümüz bir yerine modernizmin nasıl girdiğini, insanların nasıl yeni bir yaşam özlemi içerisinde olduğunu, gelen yeni hayattan rahatsızlık duyup kaçtıklarını, başedemediklerini, ya da başettiklerini gördüm. Hem bir iç çatışma hem dış çatışma beraber yaşanıyor. Gençler bu değişim ve dönüşümün ortasında yer alıyor. Yaşlılar da bu dönüşümden etkileniyor. Çocuklarıyla anlaşamıyorlar... Yusuf üçlemesi, tüm bunların ortasında ben bu enerjiyi, dönüşümü nasıl anlatabilirim diye düşünerek başladı. Bu durumu bir şairin üzerinden anlatayım dedim. Çünkü şiiri çok iyi biliyorum. Şiir de modernizmin altında kalıp marjinalleşti. Benim gençliğimde en çok alaka duyulan şey şiirdi. 20-30 yılda şiire alaka bitti. Doğu-Batı, gelenek-modernizm, ailedeki çözülme, aidiyet, taşra-kent gibi meseleleri de altını çizmeden Yusuf'un hikâyesi üzerinden vermeye çalıştım. Bir de bu filmlerde bir maneviyat alanı açmaya çalıştım. Daha kadim bir maneviyatın verdiği duyguyu, sadece İslami kaynaklarla bezenmeyen, Hıristiyan, Yahudi, mitoloji kaynaklarını da kullanarak, filmlere eklemeyi amaçladım." MERKEZ, ANADOLU'YA BAKMALI: "Türkiye'de merkezle çevre arasında bir kopuş var. Merkez kuşatıldığını, ki bunu kötü anlamda kullanmıyorum, kendisinin de değişmiş olduğunu idrak etmekte zorlanıyor. Anadolu şehirlerinde İstanbul'da olmayan müthiş bir enerji var. Buradan hiç ayrım etmediğimiz öğrenme ve kendini orada var etme isteği var. Yerellik dile getiriliyor, o yerellik modernizmle buluşuyor. İşin ilginç yanı, modernizm İstanbul üzerinden gelmiyor. Bu vaziyet bir zenginlik oluşturuyor. Ben bu zenginlikten yepyeni yönetmenler, yazarlar çıkacağını düşünüyorum. Ayrıca Anadolu'da büyük kırılmalar ve çelişkiler de yaşanıyor. Çifçilerin hali perişan. İşçiler sıkıntılı, TEKEL işçilerinin durumu ortada... Bunun yanında yeni sınıflar ortaya çıkıyor. Küçük sanayiciler büyük sanayicilere dönüşüyor. Bu Türkiye'de yeni bir şey yaratacak, ki zaten yaratıyor. Türkiye'deki şu anki çatışmanın sebebi, bu sermayenin kendini var etme çabası. Tüm bunları göremeyip başka türlü yorumlanması, merkezin dönüşümü yorumlayamadığını gösteriyor. Merkezin, İstanbul, İzmir, Ankara'dan çıkıp oralara gidip bakması lazım. Bu yapılmıyor. Mesele burada." KENDİ DAĞITIM AĞIMIZI KURMALIYIZ Bizim filmlerimizin izlenmemesiyle ilgili sorun, yaptığımız sinemadan kaynaklanmıyor. Galiba bu filmlerin dağıtımı ve insanlara tanıtımıyla ilgili bir mesele var ortada. Ben, 'bu mesele çözülünce milyonlarca insan gelip bizim filmlerimizi izleyecek,' demiyorum. Yaptığımız filmler belli iddiaları olan, sabır gerektiren, anlamaya çalışmayı gerektiren filmler. Ama bu filmler potansiyel seyircisiyle buluşma konusunda zorluklar yaşıyor. Son üç dört yıldır, sinemada dağıtım meselesi, bir sorun. Bir film aşırı decerece çok sayıda kopyayla vizyona girince, iş merkezindeki sinema sahibi de beş salonu varsa beş salonunda da bu filmi gösteriyor. Bu nasıl bir mantık, yaklaşım anlamıyorum. Yapımcılık nasıl üzerimize görev haline geldiyse, dağıtımcılık da üzerimize görev haline gelecek. Genç sinemacılarla oturup dağıtım ağı oluşturucağız. Anadolu'da bu kadar şehir ve belediye var. Bize karşı menfi da davranmıyorlar. Biz film üretmeye devam edeceğiz, bunun ekonomisini de kurmak zorundayız. Reha Erdem ile Berlin'de konuştuk... Belki İstanbul'da Sinematek gibi bir yapı kurulabilir. Bunun türevlerini de Anadolu'da yapabiliriz." HERZOG, 'ALTIN AYI VERMEKTE ZORLANMADIK' DEDİ "Bal'ın basın gösterimi sonrasında insanların gözlerinde başka türlü bir bakış gördüm. Yüzlerinde filmin etkisini görmeye başladım. Sonra filmin seyircili gösterimi yapıldı. Ertesi gün sokaklarda dolaşıyorum birçok insan selam veriyor, durdurup konuşuyor benimle. Alman basınında müspet yazılar çıktı. O vakit bir şeyler olacağını hissettim. Sonra kapanış törenine çağrı ettiler. çağrı edilenler genelde ödül alanlar oluyor. Törende ödüller verilmeye başlandı. Ödül alanlar sahneye üzgün çıkıyor. Anladım ki herkesin aklında Altın Ayı var. Sonra son iki ödül kaldı. Romen yönetmen çıktı sahneye. Çok çok üzgün. Ama ben tekrar de anons edilene kadar temkinliydim. Sonra yavaş yavaş sevinmeye başladım. Jüri başkanı Werner Herzog'la konuştuk. Herzog, 'En iyisi senin filmindi, Altın Ayı vermekte zorlanmadık, bizi diğer ödüller uğraştırdı,' dedi." GOL ATAN FUTBOLCUNUN SEVİNCİNİ ANLADIM: "Kişisel olarak en keyif aldığım şey, insanları sevindirmek oldu. Gol atan futbolcuların neler hissettiğini anladım. Almanya'daki Türkler epey sevindi. Yolda, havaalanında çevirip kutluyorlar. Bu çok hoşuma gitti. Manevi yönden bu ödülün değeri benim için çok yüksek. Çünkü 46 yıl önce Metin Erksan almış bu ödülü." GENÇ YÖNETMENLERE CESARET VERECEĞİNİ UMUYORUM: " Altın Ayı ödülünü almak sevindirici. Türkiye için, Türk sineması için önemli bir ödül. Ama bunu garip bir şey başardım gibi düşünmemek gerek. Sakin olmak, yeni filmlere bakmak lazım. Bu ödül inşallah başka arkadaşlara, genç yönetmenlere de cesaret verir. Ama ödülün üzerimde ağırlık, mesuliyet yaratmasını, ayağıma takılan bir şey olmasını istemem." HAKARET ETMESİNLER, RIZKIMIZA MANİ OLMASINLAR: "Yaptığımız filmleri bazıları beğenecek bazıları beğenmeyecek. Bu çok normal. Yeter ki hakaret etmesinler, rızkımıza engel olmasınlar. Üç seyirci beş seyirci daha gelip filmimizi görecek, belki oradan yeni film yapmak isteyecek insanlar çıkacak... Bu tür tepkiler, meslektaşlar tarafından gelince insanın canı sıkılıyor. Ama bunu artık çok da umursamıyorum." |