Forumbulteni.Com     forum  

Geri Git   Forumbulteni.Com > >
Yardım Topluluk Ajanda Bugünki Mesajlar Ara

Cevapla
 
Seçenekler Stil
  #1  
Alt 10.Nisan.2019, 19:18
Belinda Belinda isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Moderator
 
Üyelik tarihi: 14.Ocak.2019
Mesajlar: 272
Standart Birşeylere İnanmak İstiyorum

Artık bir şeylere inanmak istiyorum. Oysa sonsuza kadar süreceğini sandığım o kadar şey yıkıldı gitti ki artık hiç bir şeye inanamıyorum. İnanmak ne büyük bir bahtiyarlıktır . Örneğin bana yeryüzünün en mutlularını sorsalar '' Mehlika sultana aşık yedi genç '' derim. Onlar Mehlika sultanın ne gözlerini ne de saçının rengini görmüşlerdi. Tekrar de onun varlığına inanıyorlardı ve ona kavuşmak için her birinin yüreği devasa bir ateşle tutuşuyordu. Kendilerini yollara vurdular , uzaklardaki sevgiliye kavuşmak ümidiyle. Mutluydular. Çünkü inanıyorlardı. Mehlika sultanın varlığına ve güzelliğine. Yalan da olsa, Mehlika sultan yalnızca bir düşsel yaratı da olsa onlar inanıyorlardı ya, onun tek gerçek yaşayan varlık olduğuna. Bu yüzden bana sorarsan Mehlika sultan , o düş güzelliğindeki düşsel yaratı, bence en elle tutulur , gözle görülür her cisimden daha gerçektir. En azından o inanmış bahtiyar yedi genç için. Kaf dağına Mehlikanın kokusu sinmiş! Öyleyse gidip te gelmemek , tekrar de onun uzağında yaşamaktan daha çekicidir . İnandılar , gittiler ve dönmediler. Onlar yeryüzü mutluları , bizim gibi inanamayanlardan ne kadar da şanslıydılar ! Bizim gibi hakikatleri sorularla sarsmadılar , mantığın o iğrenç işleyişini hesaba katmadılar, ölçüp biçmediler , aklın kuruluğunu ve büyüleri bozan gücünü sevgili Mehlika'larına karşı kullanmadılar. Biz ise bu şansı elimizden kaçırdık. Artık ne mantıktan kaçmak gibi bir lüksümüz var,ne de aklın acımasızlığını kaale almamak gibi bir şansımız.

Bana yalnızca aramak kaldı. Aramak ve beklemek,aramak ve ümit etmek,aramak ve özlemek , aramak ve ümitsizliğe düşmek , aramak ve ...........Tıpkı Hz. Ali , Buda , Niçe , İbrahim Ethem , Gılgamış destanının kahramanı , Selmanı farisi , Tolstoy , Hemingway , İsmet Özel , Sezai Karakoç , Kierkegard ,Eflaton , Sadrettin Şirazi , Prumeteus , Şapenhaver , Hallacı Mansur ..... vs. gibi. Bütün bu azınlıkta kalmış delilerin her birinden bir yadigar kaldı ruhuma. çağdaş dünyanın ve felsefenin ortasında , ilkellik , toprak , çöl , kaval ve ney kokan bana, bu delilerin her birinden bir ateş kaldı.Bunlar kimdir ? Sorunları nedir ? Kimisi daha yaşıyor kencennetle müjdelenmiştir , kimisi pembe renkli mermerlerden yapılmış ve cennet nimetleriyle dolu saraylarda yaşamıştır , bazen zenginliğin ve paranın sahibidir , bazen üne , şöhrete ve takdire kavuşmuştur , bazen bedensel gücün ve yenimezliğin sembolüdür. Tekrar de mutsuzdurlar ! İnsanlar arasında yalnız ve garip yaşamaktadırlar. Neden ? İnsanoğlunun dünyada isteyebileceği her şeye sahipken , mızmızlık eden çocuk gibi neden durmadan yakınmışlar , dövünmüşler ? Her biri dünyanın farklı bir coğrafyasından , farklı bir milletinden , farklı bir dilinden ve kültüründen , ama şikayetleri ve istekleri ne kadar da birbirine benziyor ? Her biri durmadan kendileriyle kıyasıya bir hesaplaşmanın ve arayışın içinde , mutluluklarını kendilerine agu etmekteler. Sahip oldukları şeylerle mesut olmaya çalışmaktansa ; sahip olamadıkları şeylere üzülmekle adeta hayatlarının baltası olmuş ve duramadan kendilerini baltalıyorlar. Üstelik bunları yaparken de, diğer insanları sığlık ve derinden kavrayamamakla suçluyorlar. Bilmeyenler gülüyor ; onlar biliyor ama ağlıyorlar. Bilmenin acısına , ayrım etmenin , kavramanın amansız talihsizliğine uğramış iflah etmez bir uçuruma yuvarlanmışlar. Yitirmişler ve arıyorlar !

Buda !
İslam medeniyeti kendi özgün kodlamalarını yaptıktan derhal sonra , batı medeniyetinin özgün formatlarıyla flörtleşmeye başladı. Abbasi halifesi El Memun'la zirveyi çıkan bu flörtleşme daha sonra İbni Sina , Farabi , İbni Rüşd gibi doğulu olup batıcı-doğulu kafasıyla düşünen müslüman düşünürlerle birlikte evliliğe dönüştü. Sanılanın aksine , İslam medeniyetiyle batı uygarlığı kültürel bir savaştan çok kültürel bir etkileşim içindedir. Karşılıklı olarak birbirlerini doğurmuş ve büyütmüşlerdir. Oysa uzakdoğu medeniyeti kendi kadim formatlarını hiç bir vakit batının kodlarıyla bulandırmadı ve bir etkileşim içine girmedi. Bu gün bile doğu medeniyeti denildiğinde batılı aydınların islam medeyetinden çok , uzakdoğu ve Pers-Hint-Çin eksenini anlamaları bundandır. Bu eksenin ''Çin'' ayağını oluşturan coğrafya , tarihte yer değiştirmeden binlerce yıl yalnızca kendi dinamiklerinden bir coğrafyadır ve bu yüzden özgün medeniyetin başlıca durağıdır.Filozof Buda ise bu kadim durağın hem beyni hemde kalbidir işte.Buda, bir Çin prensinin oğlu olarak dünyaya geldi. Pembe renkli mermerlerin süslediği sarayda , süzgün bakışlı cariyeler , hizmette kusursuz köleler ve cennetsi nimetler arasında bir bilinçsizlik cenneti yaşayan genç Buda başka yaşamların olduğundan habersizdir. Bir gün kendi bakıcısıyla el üstünde taşınan ( artık o günün taşıma araçları neyse ) bir şehir turuna çıkıyor. Sokağın bir tarafında sus-pus oturmuş ve dilenen bir yaşlı görünce Buda bakıcısına bu miskinin durumunu sorar ve bedensel çökmüşlüğünü anlamya çalışır. Bakıcısı bunu yaşlılık olarak tanımlar ve bunun insanoğlunun kaçınılmaz sonu olduğunu söyler. Buda, bu kaçınılmaz son beni de mi bekliyor ? diye korkuyla bakıcısına sorar ve alınan yanıt evet oluncada hızla saraya dönülür. Buda ateşler arasında inleyerek bu şoku atlatmaya çalışır. Kaç vakit sonra bu şok geçince yeniden bir şehir turuna çıkılır. Bu kez eller üstünde taşınan bir tahta yığınının etrafında toplanmış kalabalığı görünce bakıcısına merakla bunun nedenini sorar. Bakıcısı da bunun bir ölüm merasimi, bu tahta yığınının da tabut olduğunu ve içinde bir ölünün taşındığını söyler. Buda ölümün kendisi için de mi bir kaçınılmaz son olduğunu sorunca yanıt tekrar evet olur.

Artık Buda için saraya kaçıp saklanmak , bunları düşünmemek gibi bir seçenek yoktur. Onun bilinçsizlik cenneti derin bir sarsıntı geçirmiş ve ölümün soğukluğuyla başına yıkılmıştır. Buda, mesut bir rüyadan korkunç bir kabusa uyanmış , hayalin yalancı mesut dünyasından gerçeğin acı dünyasına sürülmüştür. Sarayı bırakır ve sonu olmayan yolculuklar , yoksunluklar başlar. Niçin? Aramak için. Neyi? Ruhunu ölümsüzleştirecek olan şeyi. Ölmeyen , değişmeyen , mutlak erdem ve derinliği bulmak için. Her nerede olursa olsun. korkunç içsel acılar , kederli arayışlar ve cevapsız sorular bu yolculukla sürüp gider yıllarca. Buda artık dünyaya yalnızca ayaklarıyla bağlıdır. Dünya ve içindeki iğreti şeyler onu doyurmamaktadır. O ise ebedi ve mutlak olanın peşindedir.

Bir gün bir ağacın altında uzanırken , ani ruhu garip bir hal alır ve Buda adeta üç boyutlu bir dünyada vecd içinde ruhunun sonsuzlaştığını hisseder. O artık Nirvana'sına ulaşmıştır.Fakat bu acısını dindirmeyecektir. Sevgilinin büyüleyici yüzü onun istekelrini daha bir kamçılamıştır. Daha büyük özlem ve özlemlerle dolu büyük yangınlar Buda'yı beklemektedir. Bir defa bulduğu ama yitirdiği şeyi , hayatının sonuna kadar aradı durdu. Bir ruh boyutunda , başalngıçsız ve sonu olmayan bir döngü içinde.

Eflaton !
Sokrat'ın yakışıklı öğrencisi. Kendisini hocasının güçlü mantığının yanılmazlığına bırakan , ve bu güvenle o gölgenin altında yaşayan mesut Eflaton , hocası gerçeği göremeyen , derinlikten yoksun Atina jürisi tarafından ölüme mahkum edilince Eflaton , kendisini yalnızlığa , uzlete ve arayışa adadı.

Dünya ve içindeki şeylerde güzelliği bulamayınca adeta onu yaratarak mutlak güzelliği ve mukemmelliği idealarda aradı. Eflaton'un felsefesi bir güzellik arayışıdır. Güzelliğeduyduğu özlem onu malihulyalı yaptı. Hep bir düş dünyasında buruk bir hüzünle yaşadı. Şu iğrenç dünyaya bir hikmet sistemi düşündü: '' Devlet'' . Her şeyi yeni baştan kumaya , ona bir düzen vermeye çalışan bu adam ayrım etmedi ki , peşinde olduğu dünya yalnızca asil kafalarda bir tasavvur halinde mümkündür. Felsefe tarihi bu yanılgıyı affetmedi ve bu gün Eflaton'un sistemi yalnızca ''İdeal Ütopyalar'' sınıfında kendisine bir yer buldu .

Sadrettin Şirazi!
Hz. Hüseyin'den şehadet bilincini saha yüzyıllarca ölüme tereddütsüz koşan İran halkının acısını , Sünni dünya her ne kadar görmezden gelse de en canlı dini anane iran coğrafyasından neredeyse hiç dışarı çıkmadı. Bir söz vardır: Kur'an Mısırda okundu , İstanbul'da yazıldı , İran'da anlaşıldı diye. Hala o kadar güçlü ve canlı bir dini anane İran'da hakimdir ki , her yıl Hz. Hüseyin'in Kerbela'da şehit edilişinin yıldönümlerinde ister sisteme muhalif ister taraftar olsun , yedisinden yetmişine herkes , milyonluk kamu kitleleri sokağa dökülür , ağlar , yüzleri sürüle sürüle o acı günü yad ederler. Milyonlarca insan müthiş bir toplu tiyatroyla o günü yeniden günümüze taşır. Bu öylesine güçlü bir anane halini almıştır ki , neredeyse her iranlı , potansiyel bir rol yapma yeteneğine sahiptir. Milyonlarca insanın her biri kusursuz bir figüran olarak topluca Kerbelayı canlandırır her yıl. İran sinemasının bu günkü başarısının sebeplerini belki de burada aramak gerekir.

Bizim dünyamızın yargıç görüşü zalim sultanlara,Ulul emirlere şartlar ne olursa olsun itaati neredeyse mübarek bir görev olarak öğretirken ; onlar tarihlerini zulme karşı ayaklanma , kızıl kanı ışıklaştırarak karanlığa serpmeye bir sembol haline getirdiler. Tekrar de Sadrettin Şirazi doğunun bu asi ve hüzünlü çocuklarını bile o kadar sıradan ve sığ görüyordu ki , ani bir ruhsal yalnızlaşmaya , ardından dağları ve çölleri kendisine mekan etmeye başladı. Sadrettin Şirazi'yi eşe dosta sormak ne büyük bir aptallık! onu Kum şehrinin yakıcı çöllerine , ağaçsız ve rüzgarsız dağlarına sormak gerekir. O çöller ve dağlar hala Şirazi'nin gözyaşlarını mübarek bir emanet gibi içlerinde taşıyorlar. Hikmetin firuze ülkesi iran , tarihinde böyle şahsiyetleri ne çok gördü. Ve biz onları ne büyük önyargılarla eleştirdik , hatta çoğunu sapık duyuru ettik.

Ernest Hemingway!
Amerikan edebiyatının medarı iftiharı. Geleneksiz ve bu geleneksizliğini teksas kovboyları ve çizgi romanlarıyla örtmeye çalışan bir ülkeye kaderin bir cilvesi olarak armağan edilmiş adam.

Onu dünyaya damarlarında akan sıcak kan bağlamaktadır. Şehvetin doyumsuz sembolü Hemingway , neredeyse hayatını bir şehvet tatminliğine adamıştır. Kalemi hızla işlemiş , durmadan yazmış, ebedi betimlemeler , ruhsal çözümlemelerle dolu bir çok metin yazmıştır. Ama gün gelip damarlarındaki sıcak ve hareketli kan , yerini soğuk ve donmuş bir kana , ateşli ve sağlıklı bedeni de yerini dökülmüş dişlere ve seyrelmiş saçlara bırakınca ani dünyası başına yıkılmış ve dehşete düşmüştür. O her an alevlenen , tutkuyla gerginleşen şehvetli gövde yalnızca bir enkazdır artık. Hemingway , bir köylü çocuğun çamurdan yaptığı oyuncağı başkası tarafından un küçük edilince , düştüğü durumun aynısıyla karşı karşıyadır. Onun yegane oyuncağı ve eğlentisi elinden alınmıştır ve artık bir daha oyun oynayamayacaktır. Ona yaşam veren , sıcak bedenleriyle onu yaşatan kadınlar artık onun yüzüne bile bakmamaktadır. Hemingway'ın ruhu anlatılamaz bir inatla durmadan o bedenin içinde çılgınca çırpınmakta gerilmektedir. Boş ve amaçsız bir yaşam Hemingway'ı bir fırına canlı canlı atılmış ve fırının kapağı kapatılmışçasına yakmaktadır. Bedenin ateşi kendisini hiç bir suyun ve boşalmanın söndüremeyeceği ruhun yangınına bırakmıştır. Buz gibi bir gövde , alaz alaz bir ruh: Hemingway! O ispanyol iç savaşının iki günlük kesitinden nobel ödülü almış müthiş bir yazın kitabı çıkarmış adam ; nasıl olurda sadece şehvetini yitirince kendisine yaşamak için bir neden bulamamaktadır ? Uğruna yaşabileceği bir şey kalmayınca yaşam ona boşun boşu gibi görünmüştür: Ve intihar ! İntihar,bütün dizginleri koparıp alıp başını bilinmeyene gitmektir. Ormanda öten kuşun sesini kimse duymazsa ötmemiş sayılır. Ama intihar mutlak bir körleşme anı olduğu için duyulmuş olması ya a olmaması önemli değildir. Hemingway boşlukta , amaçsız ve avuntusuz yaşamayı kaldıramamış ve bütün dizginleri kopararak alıp başını bilinmeze gitmiştir. Görünmeyeni görünene tercih etmiştir. Yok olmak pahasına. Şöhreti ve takdir edilmişliği bırakarak.

Sezai Karakoç!
Herkes onu Mona Rosa ile tanıdı. Her aşık olmuş kişi , onun aşkından kendisi için bir referans aradı. Yeryüzünde onun kadar aşıklara ilham kaynağı olmuş ama aşkı anlaşılamamış bir başka kişi var mıdır ?

Bu gün yetmiş bir yaşında yalnız ve suskun yaşamaktadır. Herkese ve her şeye karşı müthiş bir öfkeyle dolu olarak , düş kırıklıklarıyla yapayalnız. Dünya ve içindeki eksik varlıklar onun bütünü arayan ruhunu doyuramadığı için , kalkıp '' Ahlaklı uygarlık '' teorisine mutlak bir hakikatle tanrı buyruğuymuş gibi sımsıkı sarıldı. Büyük filozof ya da edebiyatçı olmak için çoğu vakit bir şeylerin mahrumiyetini çok derinden yaşamış olmak gerekir. Bu mahrumiyet , karşılık görmemiş bir aşk , yoksulluk , çözümü bulunamayan bir fikirsel çıkmaz , tatminsizlik , cevapsız kalmış bir soru ya da başka bir şey olabilir. Sezai Karakoç denilebilir ki karşılıksız kalmış bir aşkı destanlaştırmış olmanın bitmez deryasıdır. Aşktan karşılık bulamayınca ,
hengameli bir çalışmaya girişmiş , durmadan yazmış ve bu gün sayısı bir hayli kabarık şiir ve kültürel kitapları mevcuttur. Kalbini aşk pınarından doyurmamış bu adam , uygarlık nehrinden ve din denizinden kendisine bir pay çıkartmaya çalışmıştır. En yakınlarından , şakirtlerinden , talebelerinden , dostlarından bile ihanete uğrayınca bu hengameli çalışmalar yavaş yavaş yerini bir ümitsizliğe ve içe kapanıkığa bıraktı. Son olarak ''Diriliş Partisi''ni kurdu. Partisi de kapanınca insanlığa dair tüm umutlarını yitirdi ve bu gün kendisini bütün dünyaya kapatmış, bütün dünyaya küsmüşbir şekilde yanlızca kendisini ziyarete gelen üniversite öğrencileriyle görüşmektedir. Sezai Karakoç'un ziyaretine gitmek ve onu görmek yenilginin , dev bir çınarın çürüyüşünün , gürül gürül akan bir nehrin kuruyuşunun macerasını görmeye gitmek demektir. Hangi hisli yürek bunu görmeye dayanabilir ?

Aristothales'in o müthiş sözü belkide Sezai Karakoç'un hayatının bir özetidir : ''Dostlarım ! Dünyada arkadaş yoktur ! İnsanın tek dostu kendi gölgesidir o da güneşli bir gün ister.

Promete !
İslami inanışa göre , Tanrı ilk insan Adem'i yarattığında melekler tanrıya : Yeryüzünde bozgunculuk yapacak , kan akıtacak birisini mi yaratcaksın ? diye yakınmışlardır. Buna karşın Allah onlara : Benim bildiğimi siz bilemezsiniz demiş , ve Adem'in onlara üstünlüğünü göstermek için meleklerin bilmediği şeyleri Adem'e sormuş ve Adem de bunları cevaplamıştır. Kur'an ayetlerinde bu : ''Biz Adem'e kelimeleri öğrettik'' şeklinde geçer. Burada ki ''kelime'' kavramı müfessirlerce ''bilgi'' olarak yorumlanmıştır. Yani Allah isteyerek ve kendi rızasıyla insanoğluna bilgiyi vermiştir. Bu yüzden islam inancında bilginin edinilmesinde bir savaş değil, barış ve karşılıklı rıza vardır. İnsanoğlu bilgiyi bir savaş sonucunda kazanmamıştır.

Buna karşın batı medeniyetinin temelini oluşturan Yunan uygarlığının bilgi edinme ve bilgi kaynakları kosunda bir çatışma referans alınır. Yunan mitlerine göre , Tanrılar bilgiyi insanoğluyla paylaşmamakta , bilgiyi yalnızca kendi ellerinde bulundurmakta , hatta bazen bunu insanoğluna karşı kullanmaktadırlar. Prometeus ise bilgiye ulaşmak noktasında ısrarlıdır. Bir gün Tanrılar uyurken Promete bilginin ateşini Tanrılardan çalmış ve insanoğluna armağan etmiştir. Ama bilgi sahibi olmak madem ki mutsuzluğun içine atılmaktır ve madem ki bu bir suçtur , tanrılar da Prometeus'u cezalandırmışlardır. Kafkastadaki bir dağda bir kayaya bağlanmış ve ciğerleri kartallar tarafından yenilmek üzere terk edilmiştir.

Anlaşılacağı üzere batı medeniyetinin temelinde bilginin edinilmesi bir çatışmayla başlamış ve belki de bu yüzden batının bilgiyi kullanması hep savaşlara neden olmuştur. Bu gün bile batı bilgiyi birileri üzerinde istibdat kurmak , birilerini ezmek üzere kullanmaktadır. Batının bilgi edinme ve kullanma kaynaklarını Prometeus'un bilgiyi edinme macerasında aramak doğru bir yaklaşım olabilir.

Selmanı Farisi !
Tamda içinde doğup büyüdüğü milletine özgü o sürekli hüzünlü mizacıyla Selman , hendek savaşında medinenin savunulmasını etrafına hendek kazıp çevirmek fikriyle islam tarihinde bir yer edindi.

Selman iranlı varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğdu. İçinde hakikati bulma arayışı onu dine yöneltmiş ve ateşli bir dindar kesilmiş kendisi bu yola adamıştır. Bir bakıyorsunuz Selman , mecusilerin ateşgedelerinde en yakıcı içsel dualar ve zikirlerle geceler ve gündüzler boyu ağlamaktadır. En azimli dindardır. Ateşgedelerin sadık hizmetkarı ve yılmaz fedaisidir. Ama tekrar de bir eksiklik vardır. Ateşgedelerdeki dini anlayış onu doyurmamakta , bütün zamanını dolduran ibadetler ne yaparsa yapsın onu tekrar de tatmin etmemektedir. Bir gün ansızın ateşgededen kaçar ve çöllere düşer. Sonra bir kiliseye sığınır ve oradaki rahiplerden hristiyanlığı öğrenir. O artık İsa'nın öğretisinin en ateşli şakirtidir. Kilise ayinleri , oruçlar , dualar vs. çok geçmeden bütün bunlardada bir noksanlık hissine kapılır. Bu öğreti de artık onu doyuramamakta , hakikate susamış ruhunu tatmin etmemektedir. Kiliseden de kaçmıştır. Kısa süreli hakikati buldum inanışı yerini yeniden acı arayışlara bırakmıştır. Bir gün bir yerden arabistan çöllerinden çıkmış Muhammed adlı birisinin kendisini Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olarak duyuru ettiğini duyar. Selman'ın o çokça düş kırıklığı yaşamış ruhu yeni bir heyecenla sarsılmakta ve yeni bir çekim merkezinin gücüne kapılarak gayri ihtiyari arabistan çöllereine yönelmektedir. Selman aramaktan yorgundur ama aramaktan ve ruhunu tatmin edecek hakikate ulaşmaktan başka bir çıkış yolu da yoktur. Muhammed'in şehrine ulaşınca doğrudan insanlardan kendisini ona götürmelerini ister. Peygamberin ashabı bu garip tedirginlikle ve güvensizlikle karşılasalarda Peygamber ve Selman göz göze geldiklerinde iki gönül arasında yıllarca öncesinden varmışcasına bir sevgi akar. Bir tarafta ulul azm bir Peygamber , bir tarafta hayatı kederli arayışlarla geçmiş bir çöl adamı. Bir tarafta kendi içinde bile garip kalmış tüm zamanların en büyük insanı , diğer tarafta onu bulmak için annesini , babasını ve tüm zenginliği ve zevkleri elinin tersiyle itmiş asil Selman. Selman'ın üzerine çölün tozu ve kokusu sinmiştir. Gözleri ağlamaktan ve düş kırıklığına uğramaktan ebedi bir dolmuş bir yürek delisi. Peygamber : Bırakın ! Arkadaş dosta gelsin diyor. Selman!ın gözlerindeki o ebedi hüzün bir çocuğun gurbetten dönen babasını karşılarken ki sevincine dönüşmüştür. Peygamber beklemiş , Selman ise aramıştır. Belki de Selman'ın bütün bu acıları ve arayışı Peygamber'in ona : Selman ehli beyttendir, demesine neden olmuştur. İki arkadaş ! Başkaları anlamasa da aralarında saklı bir anlaşma var. Suskunluklarında bile birbirlerini anlıyorlar ve birinin yüreği diğerinin göğsünde atıyor.

Gılgamış destanın kahramanı !
Gılgamış on bir metre uzunluğunda altı metre genişliğinde yenilmez bir savaşçıdır. Kralın bütün ordularını yenmiş her biri bir çil yavrusu gibi onun kılıcının hışmına uğramamak için bir tarafa kaçışmıştır. Bu vaziyet kralı son radde kızdırmakta ve giderek ümitsizleştirmektedir. Bir çare arıyor. Gılgamışı öldürecek kim bulunursa kral onu göz alıcı mükafatlara boğacaktır. Sonra insan canavar karışımı , neredeyse Gılgamışla aynı güçte birisi bulunur ve Gılgamışla onun arasında bitmeyecek bir savaş başlar. Günlerce süren bu kavgada iki yan ta yenişemez. Gılgamış ve diğeri bu kavganın bir galibinin olmayacağını anlayınca kardeş olmaya karar verirler. Artık ikisi çok sıkı arkadaş ve biri diğerini korumakta ve sahip çıkmaktadır. Bir gün Gılgamışın kardeşi pusuya düşürülüp öldürülür. Bu vaka Gılgamışın gücüne güvenen o cennetini başına yıkmıştır. Çünkü kendi gücünde ve kendi yeteneklerinde bir adam ölmüştür. Öyleyse bir gün kendisi de ölecektir. Bu düşünce Gılgamışın yüreğini daraltıyor , beynini kemiriyor ve en küçük bir sevinç kırıntısını bile ondan esirgiyor. Gılgamış bir çılgın arayışıyla ölmemek için , ölümsüzleşmek için çırpınıyor. İnsanoğlunun ölümsüzlük arzusu en ilkel zamanlardan günümüze hiç bir vakit bitmedi ve bitmeyecek. Ölümün soğuk ve karşı konulamaz gerçeği kendisini yüreğe bir hissettirsin ondan sonra rahat uyuyabilene aşk olsun ! Gılgamış büyük arayışlar sonunda bilge adama ulaşıyor ve kendisinden ölümsüzlük ilacını istiyor. Yoğun ısrarlar sonucu bilge, Gılgamış'ı bir suyun kenarında yetişen bir çiçeğin ancak ölüme karşı koyabileceğini söyler ve Gılgamış yeniden yollara düşer. O suyu bulur ve çiçeği alır almaz çiçek suya düşer ve yitip gider. Gılgamış için yalnızca korku ve acıyla dolu bir yaşam başlar. Artık ölüm gerçeğini görmüştür ve bir daha asla eskisi gibi yaşayamayacaktır.

Tolstoy !
Hayatı tam bir acı ve tatminsizlik şöleni olan başka bir adam var mıdır Tolstoy dan başka?

Akıllı insanlara göre Tolstoy , mesut olmak için lüzumlu olan her şeye sahipken kendisini anlamsız sorular ve sorgulamalarla mutsuzlaştırmış bir ahmaktır. Gerçekten de Tolstoy , varlıklı ve asil bir aileden doğmuştur. Dolayısıyla varlıklı ve saygın olmaya çalışmak gibi bir derdi yoktur. Şöhret desek , Tolstoy gibi çok genç yaşta ünlü olmuş yazarların sayısı çok azdır. Bedensel olarak son radde sağlıklı ve kendisini seven bir eşi vardır. İşinde ve edebiyatta başarılıdır. Sosyete tarafından sözleri ve fikirleri ciddiye alınmakta , ve el üstünde tutulmaktadır. Ta ki Tolstoy ölüm fikrine saplanıncaya kadar.

Varoluş ve ölüm ! Biri diğerini anlamsızlaştıran , biri diğerini yücelten iki zıt. Tolstoy'un en mesut günleri , sosyete salonları , edebi ve felsefi tartışmaları farkında olmadan müthiş bir kopuşa zemin hazırlamaktadır . Kendisini her vakit rahatlatmış olan kilise inancı çok yakında onun kopamıyacağı ama onu hiç bir vakit da tatmin edemeycek bir kabusa dönüşecektir.

Artık Tolstoy her şeyden şüphe ediyor , en müthiş hakikatleri bir bir sorgulamakta ve sonunda elinde bir yalanlar yığını kalmaktadır. Aile içinde sürüp giden kavgalar Tolstoy'un aile içindeki huzurunu kaçırmıştır. Öyleyse nereye sığınmalıdır , nereye kaçmalıdır , aradığını nerede bulmalıdır ? Hristiyanlık ya da felsefe onu doyuramıyorsa ne yapmalıdır ?

Evini şehirden köydeki çiftliğe taşıyan Tolstoy , köydeki sakin ve sessiz yaşamın kendisine çözüm için bir imkan vereceğini ummaktadır. Oysa bu sakinlik ve sessizlik ona daha çok kendisiyle hesaplaşmasına , daha çok sormasına neden olur. Bir şey yapacaktır Tolstoy ! Önce her şeyi yıkacak sonra da kuracaktır. Hızlı bir çalışmaya atılır. Kendisinden önce yaşamış ve kendisine aynı soruları sormuş olan filozofların kitaplarından ve sorgulama metodlarından bazı cevaplar bulmayı ümit etmekte ve sabahlara kadar hummalı okumalara başlar.

Evren nedir ? Benim evrenin içindeki yerim nedir ? Yaşıyorsam sorumluluklarım nelerdir ? Kime eşitim ? Evrenin gizleri ve varoluşun sırrı nedir ? Tanrı var mıdır ? Ölümden sonra bir yaşam mümkün müdür, bunun olanakalrı nedir ? Ahlakın sınırları ve bunu belirleyen ölçütler var mıdır ? vs. Tolstoy insanoğlunun kendisine sorduğu , cevaplayamadığı vakit sormaktan vazgeçip kendilerini uyuşturdukları soruları kendisine soruyor ama kendisini uyuşturamıyordu. Kafasında bütün bu çözülmemiş sorular varken kendisini insanların yaşamına kaptıramaz ve onlarla yaşıyamazdı. Bu arayış ve yanıt bulma çabası onu intihar ettirecek kadar büyüdü. Geceleri intihar planları yapıyor , bazen vakit iple kendisini asmak , bazen vakit agu içmek bazen zamanda daha acısız olsun diye kafasına kurşun sıkmak gibi bir çok planı hayata geçiremedi ama , diyebiliriz ki Tolstoy insanoğlunun fikirsel intharını geçekleştirmiştir. Artık yerinde duramıyor durmadan iç çekiyor , terliyor , çıldırıyor. Tolstoy'un kendisine bir zamanlar çok şey borçlu olduğu aklı onun başına bela oluyor ve Tolstoy'u müebbet bir mutsuzluğa mahkum ediyor.

Seksen iki yaşındayken yağmurlu bir gecede evdeb kaçar. Kim bilir nereye , kime gitmek için şimendifer istasyonuna gelir. Ama ne yazık ki yaşlı bedeni ruhu kadar canlı değildir ve doğanın ona tanıdığı vakit tükenmiştir. Tolstoy kafasında binlerce çözülememiş soru ve ruhunda kor alevlerle ölüme teslim olmuştur. Onun hayatının tek bir özeti vardır : Doğmamış olana ne mesut !

İsmet Özel !
''Kadınlar inek değilse , erkekler öküz müdür ?'' . İsmet Özel'i hep bu çok yönlü ama anlaşılması güç sözleriyle tanıdık . Sıkı bir sosyalist olan İsmet Özel, polis bir babanın çocuğu olarak doğdu.Babasının mesleği gereği anadolunun bir çok şehrine yerleşti ve koptu. Belki de bu yüzdendir İsmet Özel'in fikirlerin ve sözlerinin renkliliği ve hiç bir yere ait olmayışı .

Gençliğinde sıkı bir Andre Gide hayranı , sıkı bir sosyalist ve aykırı fikirleri olan bir şairdi. Sonra ne olduysa ani saf değiştirdi ve islami çizgiyi seçti. Kendisine bu değişikliğin sebebini soranlara tekrar o anlaşılamaz kapalı üslubuyla yanıt verdi: ''Sosyalist olmam , müslüman olmamı gerktirdi .''! İsmet Özel kısa sürede müslüman camianın en saygın ideologlarından, müslüman üniversite gençliğinin ise idolü haline geldi. Şiirleini bilmemek neredeyse büyük bir ayıp sayılıyordu ve şiir gecelerinin vazgeçilmez konuğuydu. Ukala ve kendini beğenmiş biri olarak tanınsa da garip bir çekim gücü vardı İsmet Özel'in. Sevgisini sevgilisinden esirgeyen ama tekrar de sevgilisinden aşk sözcüklerini işiten şımarık bir genç gibi İsmet Özel de tenezzülen , bir lütuf ve ihsan olarak islami medyaya yazı ve şiir gönderdi , onlar da hep garip bir korku ve kıskançlıkla bunları yayınladı.

Bu günlerde İsmet Özel tekrar yaptı yapacağını . Ani uzun süreden beri patlamaya hazır bir volkan gibi patladı ve en mahrem şeylerden en açık şeylere kadar her şeyin üstüne kusuverdi. İslami öbek ve partilerin hepsinin yalnızca bir çıkar ve rant birliği olduğunu, kendisini hiç bir vakit onlardan birisiymiş gibi hissetmediğini , seçtiği kadınların , kendisini sevmedikleri için bütün kadınlara karşı bir öfkeyle dolu olduğunu , muhafazakar gazete ve dergilere tenezzülen yazdığını , aptal ve uyuşuk haklkın hiç bir vakit kendisini anlamadağını bir çırpıda söyledi ve bir vuruşta bütün bağları kesti. Cesur ve çok bedel isteyen girişim! Ardından islami medyada (bazı yazarlar hariç) İsmet Özel'e karşı müthiş bir linç başladı. Sanki bir zamanlar onun her sözüne bir tanrı buyruğu gibi yapışanlar , sırf çok satsın diye beğenmedikleri halde onun yazılarını kendi mecmua ve gazetelerinde yayınlayanlar kendileri değilmiş gibi , ani aslında İsmet Özel'in hep bir güvensizlik unsuru olduğunu , hep tepeden baktığını vs. dillendirmeye başladılar. Doğru olan nedir ? Bu , İsmet Özel söz konusu olduğunda cevaplandırılması zor bir soru.
Diyebiliriz ki İsmet Özel bir aydın bunlaımını yaşıyor. Ama okunduğu topluluk hiç te aydın bunalımını affedecek ve anlamaya çalışacak bir topluluk değil açıkçası. Herkes ona verip veriştiriyor. Ne oluyo İsmet Özel'e ? Neden her şeyi bir vuruşta yıktı? Belki de artık etrafını saran bu aptal ve zekası iğdiş edilmiş sığ insanlardan bunaldığı içindir bu patlaması .

Açıkçası ben uzun zamandır bu patlamayı bekliyordum . Halktan sürekli şikayet eden ve '' ben halkın seviyesine inmek değil ; kamu benim seviyeme çıkmak zorundadır.'' diyen , bir toplu taşıma aracında kendisine yaklaşıp : Efendim , şimdi otobüste sizin kitabınızı okuyordum ama ondan hiç bir şey anlayamıyorum , biraz açık yazsanız olmaz mı? diyen kişiye : Ben onu toplu taşıma aracında yazmadım ki; sen onu toplu taşıma aracında anlamaya çalışıyorsun! diyen İsmet Özel aynı zamanda şiirlerinde de hep bir arayıştan söz fiyat dururdu.

İsmet Özel'in derdi nedir ? Ruhunu kıyı nahiye kaçıran ve ruhundan bir şey anlamayan , uzun yola çıkınca matarasında ki suya tuz ekleyen , zorbaların arasında tehlikeli bir nifak, uyrukların içinde uygunsuz , fahişelere karşı suç işlemiş , bakirelerin de kendisinden nefret ettiği , ruhunun bile ücrasında yaşıyan , kendisini baygın meyvaların lezzetinden koparmış , yakın yerde kendisine soluklanacak gölge olmayan , yerlilerin topraklarına karşı suç işlemiş ,uçuşu radarlarla izlenen , gayri ihtiyari küfredince bile polis kayıtlarına geçen , işaret parmağında zincirler , cebinde sedef çakı , kafasında yasak düşünceler taşıyan , dünyamıza ait olmayan bu adam ne istemektedir ? Onu hangi öfke tufanı sardı da varlığını ve ününü borçlu olduğu topluluğa : Sizler bir aptallar yığınısınız ! diye bağırıverdi .

Bütün bunların cevabını vermeye çalışmak o aptal yığından biris olmak demektir . Tekrar de diyebiliriz ki İsmet Özel'in bu küskünlüğü ve patlayışı bir çağdaş vakit aydınının , kendi alevlenen ruhuna söz geçiremeyişidir . Onu yargılamadan önce anlamaya çalışmak gerekir.

Niçe !
İnsanın öz doğası çocukken tanıştığı değerler ve yetiştiği ortamla şekillenir. Diyebiliriz ki insan ruhunun reflekslerinin asıl dinamikleri en azından çocukluğunda saklıdır. Bu mutlak bir gerçek olmasada büyük oranda doğru bir yargıdır. Oysa insanın felsefesi daha sonra yaşadığı tecrübeler ve edindiği izlenimlerle şekillenir. İnsanın çocukluğu ve ilk değerleri sonradan izlenimlerle edindiği felsefeyle ne kadar aykırı düşerse kişi o kadar çelişkili olur ve kalbi ile beyni arasında iflah etmez bir uçurum açılır . Niçe bu büyük uçurumu en acı şekilde yaşamış bir filozoftur.

Lise yıllarına kadar bir ilahi çocuk olarak büyüdü. İncil okurken herkesi ağlatan hisli ve zeki Niçe'nin en büyük ideali teoloji eğitimi almak ve Basel Üniversitesinde bir öğretim görevlisi payesi almaktı. Ta ki ismi Salome olan zamanın bir çok sanatçısını ve düsünürünü kendisine aşık eden kadınla tanışıncaya kadar . Şimdiye kadar dindarlığından ağlayan Niçe karşımıza ihtiraslı bir aşık olarak çıkıyor . Ama Salome onun ruhuna ateşi salmış ve onu yüz üstü bırakmıştır. Niçe'yle ilgili umumi yargı , kadın düşmanlığının bundan kaynaklanmış olduğudur . Niçe Salome'nin gidişiyle bütün değerlerinin altından girmiş üstünden çıkmış ve hepsini bir paçavra gibi cesurca fırlatıvermiştir . İnsanların , toplumun, babasının, kilise papazlarının kendisine öğretmiş oldukları hiç bir şeye inanmamaktadır artık .

Bir insan hayatının merkezini oluşturan değerleri alt üst edince doğal olarak ona yalnızca ruhsal bunalımlar , uykusuz geceler , hayaller , kabuslar , ve çılgınca arayışlar kalır . Niçe inanç sistemini sorgulayıp tanrının öldüğünü , toplumun deüerlerini sorgulayıp ahlakın kofluğunu duyuru etti. Öyleyse topluma ve tanrıya inanmaksızın bir bireyin yaşama olanağı olarak neye sarılması gerekir ? Niçe üstün insanı buldu . Hayatını üstün insanı temellendirmek ve onu geleceğe bırakmaya adadı . Kendi toplumunda anlaşılmamış ve mahkum edilmiş her filozof gibi o da gelecekte anlaşılacağını söylüyordu. Kendisini üstün insan olarak görüyor ve diğerlerini sürü olmakla suçluyordu .

Taşlar yerine oturmuşmuydu ? Niçe üstün insanıyla mesut muydu ? Hayır! Tekrar de bir şeyler eksikti ve Niçe tatmin değildi. Çılgınca bir öfkeyle papazlara ve tanrı inancına saldırıyordu . İnsanoğlunu beyninin bir uydurması olan tanrıyı üstün insanın önündeki en büyük mani olarak görüyor ve tanrıyı vaaz eden papazlarıysa insan ırkının en büyük canileri olarak mahkum ediyordu . Onalara reva gördüğü ve çektirmeyi düşündüğü işkencelerin haddi hesabi yoktur. Toplumsa çoktan yargılanmış ve mahkum edilmişti Niçe'nin beyninde .

Neydi Niçe'nin sorunu ? Psikoloji biliminin bize sunduğu olanaklardan yararlanarak mutlak bir doğru olmasa da belki şöyle bir sonuca ulaşabiliriz : Birisini güçlü bir sevgiyle seven ama sevdiğinden yüz bulamayan bir genç çoğu vakit bir müddet sonra ondan nefret etmeye başlar ve onun kendisindeki erdemleri ayrım etmediği için bir aptal olduğunu düşünür . Niçe ise tanrıyı aklıyla açıklayamayınca , aklının olanakları tanrıyı ıspatlamaya yetmeyince ( ama tekrar de ısrarla onun olmaısını istiyordu ) tanrıya karşı müthiş bir öfkeyle doldu . Çünkü dünya ve içindeki şeylerden tatmin olamayan birinin sarılacağı yaşam desteği ancak tanrı inancıdır . Ya onun olmasının o kadar istemenize karşı o yoksa?

Niçe var olmayan tanrısını bizim var olan tanrımızı sevdiğimizden daha çok sevdi belki de. Ama tekrar tanrıyı onca istemesine rağmen aklı onun olmadığını , var olmasının olanaksız olduğunu söylüyordu . Çocukken hatırlıyorum küçük kardeşim annemden meme isterdi ve annem ona meme vermeyince yalvarır yakarır kendisini acındırmaya çalışırdı . En son
olmayınca da anneme olmadık küfürler fiyat ve ağlayarak ondan tekrar de meme isterdi . Hem ona muhtaç hem de ona küfrediyor ! Niçe de aynen meme isteyip ama kendisine verilmeyince küfreden kardeşim gibi bir duyguyla , tanrının olmasını o kadar candan istiyor , merkezsiz ve savrulmuş hayatına onu o kadar istiyor ki , ancak aklıyla onun altından kalkamayınca : Tanrı öldü ! diyerek bir panik havası içinde avazı çıktığı kadar bağırıyordu çıldırıyordu . Hayatından dini ve toplumun değerlerini atmış ve oluşan boşluğu üstün insanın meziyetleriyle doldurmaya çalışan Niçe kendisini bu meziyetlere inandırmaya çalışa dursun , bir gün yaşlı ve üstüne çokça yük bindirilmiş bir atın yükün altından düştüğünü , sahibinin se zavallı atı durmadan kırbaçlandığını görür . At bakımsızlıktan öylesine zayıflamış , gözleri dehşetle yuvarlarından fırlamış , güçten alabildiğine düşmüş ve kurtlanmıştır. Sahibinin hışmına uğrayan zavallı at altında kırbaçlanmakta ve kalkmak için çırpınıp duruyor . Bunu gören Niçe dayanamayıp atın sahibine : Ne acımasız adamsın ! Görmüyormusun zavallı atın çırpınışını diye çıkışmaya başlar . Bu sırada durmadan debinen ve çırpınan atın çiftesi Niçe'nin başına değer ve gayet herkes gibi yalnızca insan olan Niçe bu darbeyle ölür. Niçe acıdığı için öldü. Oysa acımak kendi deyişiyle üstün insana yakışmayan bir erdemsizliktir. Onca felsefeye rağmen Niçe kendisine çocukluğunun bir yadigarı olarak kalan acıma duygusu yüzünden öldü. İnsan doğası çocukluğunda , felsefesi ise izlenimleriyle şekillenir. Ve çoğu vakit doğamız felsefemize galip gelir. Niçe'nin doğasının ve felsefesinin çelişmesi , kalbiyle kafası arsında oluşmuş o derin uçurum onu rahat bırakmadı ve hayatının sonlarına doğru neredeyse tam bir çıldırmış çılgın olarak yaşadı. Kızkardeşi Elizabet bir keresinde onun yanında ağlayınca : ''Niçin ağlıyorsun Elizabet? Yoksa biz mesut değilmiyiz.'' demiştir. Hayır sevgili Niçe ! Sen düşüncenin o yasak meyvesini yedin ve o yüzden mesut değilsin.

Hz. Ali !
Hz. Ali'nin seçkinliği yalnızca peygamberin amcasının oğlu , eniştesi , son halife , Hasan ve Hüseyin'in babası olmasından çok bence kişiliği ile ilgilidir. İlmi derinliğinin yanısıra ruhsal zenginliği ve müthiş sorgulama yeteneğiyle Hz. Ali çarçabuk çağdaşlarından ayrılır. Hayatı sürekli bir giz olarak kaldığı için çokça yorumlanmış , kimileri onu peygamber , kimileri daha üstün bir varlık , kimileri ise bir dinsiz olarak tanımlamışlardır .

Ali'nin hayatı anlaşılması güç ve bir o kadar da acı bir hayattır. Düş kırıklıkları , ihanete uğramışlık , suskunluk , yanlızlık ve sürekli bir tatminsizlik içinde geçmiş olan hayatı hala bir çok tarafı anlaşılmamış olarak önümüzde duruyor. Peygamber sonrası hayatı ise tam bir bilmecedir . Peygamberin vefatından sonra çoğu kimse peygamberin en yakını olarak Ali'nin halife olmasını beklerken bir de bakıyorsunuz peygamberin mağara arkadaşı Ebubekir halife oluyor . Halifelik Ömer ve Osman'dan sonra Ali'ye gelinceye kadar bir çok kirlenmişlik te toplumun içinde büyümüş dalbudak olmuştur. Ali öyle anlaşılamaz oyunların tezgahlandığı bir anda halife seçilmiştir ki hayatının son demleri kendisine agu olmuştur diyebiliriz. Bütün o tezgahların ve oyunların arasında karşılık vermeden her geçen gün biraz daha suskunlaşan Ali'ye bir gün taraftarları gelir ve onu politika yapmayı bilmemekle suçlarlar. Ali ise onalara: ''Siyaset dediğiniz adam kayırmak , birilerinin ayağına çelme takmak , birilerini pusuya düşürmek , yalan söylemek ve tezgah düzenlemek se , vallahi şu Arabın içinde kimse Ali kadar politika yapamaz! Ama Ali Allah'tan korkuyor .'' der.

Ali yirmi yıl susmuştur. İnsanların arasında ama insanlarla değildir. Gün geçtikçe daha derin ve kederli bakışlı bir insan oluyordu. Vakit derlenip toparlanıyor adeta pis bir çıkın gibi değersizleşiyor ve Ali'ye asla bir muştu getirmiyordu. Ali büyülü ve malihulyalı bir şekilde ilkin camide sonra sokaklarda , sonra evde , sonra odalarda , sonra yatakta ve en son düşlerinde ve kabuslarında bir mum gibi eriyip tükeniyordu. Geceleri Medinenin dışında ki hurmalıklara gider , başını bir kuyuya sarkıtır ve öylece saatlerce beklerdi. Kuşlar sabahleyin yuvalarından uçar , akşamleyin ise kursaklarına topladıkları yemle döner ve yavrularının gagasına bırakırlar. Ali de tıpkı kuşlar gibi gündüzün toplumun bütün kokuşmuşluğunu , dertlerini , sığlığını , kuruluğunu , iğrençliğini içine toplar geceleyin gelir be başını bu kuyuya sarkıtarak bütün bu dertleri akıtırdı sanki. Bir siluet gibi geceleyin Medine'nin dışındaki bu hurmalıkta gezen Ali'nin hayatı nasıl hüzünlü bir hal almıştır ki Ali bunu hiç kimseyle paylaşamamaktadır?

Ali hurmalıklarda! . Yeryüzünün yalnızı Ali , gökyüzünün yalnızı Ay'la beraber. Ay'la ve gecenin sessizliğiyle dertleşiyor , düşünüyor , küskünleşiyor. Tekrar bir gün Ali bu hurmalıkta gecenin bir saatinde yalnız ve derin düşünceler içinde iken oradan bir bedevi geçer ve Ali'yi görünce şaşırarak : Ey müminlerin emiri, gecenin bu vaktinde korumasız ve her türlü saldırıya açık bir halde burada nasıl bir başına kalırsın deyince Ali gayri ihtiyari bir hareketle bedevinin kollarından tutar ve onun gözlerine bakarak ağlamaklı bir sesle '' Korkuyorum '' der.

Kim korkuyor ? Ali mi? Buna nasıl inanılabilir ? Ali ki savaş meydanlarının en korkusuz kahramanıdır. Ali ki hayber kalesinin fatihi , Allahın muzaffer kılıcıdır. Cesaret Ali'de bilincine varmıştır. Ali o çetin Cemel gününde Hz. Hüseyin gibi bir cesaret abidesine : ''Oğlum ! Dişlerini öyle biribirine geçir ki, düşmanın kılıcı saç ayrımına değdiği vakit art tepsin. Gözünü düşman ordusunun en ırak noktasına dik ve tehlikeleri görmezden gel.'' diyerek ona cesareti öğretmiştir. Kim korkuyor? Ali mi? Hangi düşmandan , hangi savaştan ve nasıl bir ölümden korkuyor ? Yoksa Ali'nin korkusu farklı bir korku mu? Ali niçin korkuyor ? Ali neden korkuyor ? Ali neden susuyor ve aciz bir çöl bedevisine ağlıyarak '' Korkuyorum'' diyor ?Ali'nin yüreğini hangi dert salmıştır da Ali insanlara küsmüş gece ile kardeş olmuştur ? Yoksa Ali tanrıya mı inanmıyor ? Hayır ! Çünkü o bir keresinde : '' Gözlerimin önünden perde kalksa ve gözlerimle tanrıyı görsem bile imanım şu ankinden daha çok artmayacaktır'' demişti . Öyleyse niçin Ali susuyor ve korkuyor ? Ölümden sonrasından mı ? Hayır! Çünkü o cennetle müjdelenmiştir. Öyleyse nedir Ali'nin derdi ? İç dünyası neden durulmuyor ? Ali'nin üstüne çökmüş olan bu mahzunluk ve gurbet duygusu da neyin nesi ? Ali neye katlanıyor ? Bütün bunlar Ali'ye bir ilahi ceza mı ? Taşın ve toprağın bu çöküşü nedir ? Ali hangi tohumun yeşermesini ve yemiş vermesini bekliyor ? Ali neler yaşamıştır ?

Ali bir gün mescidde minberde hutbe verirken ani coşkunluğa geliyor içi doluyor ve dökülüyor . Develerin coşkunluk anlarında ağızlarından köpükler çıkar ve köpükler bir balon halini alır. Devenin coşkunluğu geçince bu balon da sönüverir. Araplar buna ''Şikşike'' derler . Ali hutbe esnasında dolmuştur. Yılların tortusu bir çığ gibi bütün bentleri yıkarak dışarı çıkıyor. Ali yirmi yıl sustu ama şimdi konuşuyor ! Fatıma'sız geçen bir hayatın acısını , peygambersiz bir yaşamın hüznünü , en yakınlarının bile kendisini arkadan vuruşunu , müminlerin annesi Hz. Aişe'nin bile kendisine karşı silah kuşandığını , Muaviye ile savaşını ve Hakem olayındaki hileli haksızlığı , toplumun kokuşmuşluğunun ve duyarsızlığının kendisini nasıl incittiğni vs. Tam bu anda cemaatten birisi kalkıp : Ey Ali ! Sana bir sorum olacak der . Ali ateşli iç döküşüne ara vererek ona sor deyince adam : Tutun ki üç günlük mesafedeki bir saha bakırla kaplanmış . Abdestsizim , su yok , toprak ta olmadığı için teyemmüm de alamıyorum bu durumda ne yapabilirim diye sorar . Ali bütün serinkanlılığıyla adama yanıt vermeye çalışır. Bu esnada cemaat o adama kollarından tutup: Otur densiz adam ! Ali yıllarca sustuktan sonra konuşuyor içini döküyorken sen kalkıp en olmadık sorularla nasıl bunu bölersin. Sus ve otur diyerek adamı hırpalarlar . Sonra da cemaat Ali'ye dönüp devam et deyince , Ali onlara tekrar her zamanki o hüzünlü havasıyla : ''Bu bir şikşike idi ve sönüverdi'' cevabını verir . Ve bir daha hiç içini dökmemiş , o mutlak susknluğuna dönmüştür.

Kaderin acı bir cilvesidir ki tekrar arkasından hançerlenerek öldürülür. Ölümü esnasında bile düşmanına : '' Korkmuştur! Ona süt içirin'' diyecek kadar büyük bir insan olarak son nefesini vermiştir. O artık bir daha hiç acı çekmeyecektir. Bir daha hiç o kendisini anlamayan kişilerle muhattap olmayacaktır. Ali'nin hayatı bir ''Şikşike'' idi ve sönüverdi. Ali'den sonra müslümanların bir canavar kesilip kardeş kanını akıtmaya
başladıklarını görüyoruz. Belki de Ali'nin suskunluğu anlaşıbilseydi bütün bunlar hiç yaşanmayacaktı . Ali niçin sustu , niçin korktu kimseler bilmez hala !

Bana gelince;Ne kadar vakit gidip te gelmeyenleri bekledim . Niiçin gelemediklerini sordum kendi kendime. Ağladım. Çok ağladım. Şimdi ağlayamıyorum. Çünkü bir vakit sonra hüzün insanın içine bir taş gibi kaskatı oturuyor ve siz onu ne kadar kusmak isteseniz de başaramıyorsunuz. Donuk ve lakayıt gözlerle mutlak bir anlamsızlık ve boşvermişlikle bakıyorsunuz dünyaya . Kendimi hiç tükenmeyecekmiş gibi harcadım. Bir intihar anının vuslatını bekleyerek kaç gece uykusuz sabahladım ? Uyku denen o monoton ölüm ötesi nimet kendisini benden başka hiç kimseden esirgemediği kadar esirgedi. Gözlerim şişti. Kafam durmadan uğuldayarak bir şeyleri bekledim ve anlamaya çalıştım. İçimde canlılığa dair tek şey bir buruk özlemdi. Neyi , bazen , niçin ve hangi şey gerçekleşsin diye özlediğimi bilmiyorum. Yalnızca özledim ve bekledim. Nereyi özledim ? Bilinmeyen bir yeri . Hiç bir vakit tanımlayamadığım ama o olduğunda , kendimi bir bütün olarak hissedebileceğim şeyi özledim . Bilinmez bir adresi benim kadar bu yüzyılda yakıcı bir bekleyiş ve ebedi bir umutla bekleyen başka kimse olmuşmudur ? Hayatımı hiç tükenmeyecekmiş gibi özlemeye , beklemeye ve anlamaya adadım . O ateş içime düştüğü andan itibaren ne kadar yol yürüdüm her gün . Ne kadar kabustan uyandım ? Ne kadar düş kurdum ve sonra kendimi lanetledim. Ruhsuz ve kabirden yeni fırlamış bir ölü gibi , sokaklarda kaç insana çarparak ve mutlak körelmişliğin bilinçsizliğiyle insanların yüzünde o yitip gitmiş ''tanrısal ışığı'' kaç yıl aradım . Kaç kez her yıldız kayışında , her güneş doğuşunda , her yağmur yağışında , her güz ve yazlarda , her gönül kayışı ve iç çekişinde ölümü istedim tanrıdan. İnanarak ve inanmayarak , mantıklı ve mantıksız kaç kez en içten ve umutsuzca tanrıya yalvardım . Ona anlayamadığımı , aklımın bu yükün altından kalkamadığını kaç kez söyledim. Herkese kimse olan kimsesiz yüreğimin hiç bir vakit kimsesi olmazken kaç kez tanrıya yüreğimi anlamamı sağlaması için yakardım . Az mı kitaplara sığındım ? Kitaplar yalnızca karanlığımı ve uçurumumu arttırdılar . Beni daha bir çıldırttılar ve sürgünlüğümü , gurbetlik duygumu ziyadeleştirdiler . Kitabın çağrışımı bende ne kadar karanlık ve hicranlıdır kimseler bilmez. Yıllarca anlamaya çalıştım ve bekledim. Yıllarca yanıldığımı anladığım ve bekleyişimin bir felaketle sonuçlanabileceğini bildiğim halde tekrar de uslanmadım. Hep bir cehennemde yaşadım . Arkadaşlarla geçirdiğimiz o katışıksız neşe anlarında bile hep aniden ansızın bir ağlama isteği gelip boğazıma tıkanıyordu ve müthiş bir soğumayla birlikte yaşıyor olmanın sevinci ölümün soğuk yüzüne öylesine kendini kaptırıyordu ki kendimi ağlamamak için zor tutuyordum kimse anlamasın diye . Bazen vakit artık taşımayacağım kadar dolduğumda herhangi bir arkadaşımı hiç anlamasa da içimi döküyordum ve o bana yalnızca ilerde büyük bir yazar olacağımı söylemekle yetiniyordu . Ama bu kimin umurunda ? Kendi ruhunu yitirmiş bir insan için (ve bunun en acı bir şekilde farkında olan bir insan için ) maddi ve görünür başarıların ya da başarısızlıkların ne anlamı olabilir? Binlerce kez düştüm . Binlerce kez sordum ve yanıt alamadım . Binlerce kez koştum ve yanıldım. Binlerce kez suni derinliklere ve sokaklara kendimi yıllardır aradığım şeyi bulmak için ittim durdum. Bir noksanlık hissi ve dumanlı bir hüzün hiç bir vakit yüreğimi bırakmadı . Mektuplar yazdım ve yaktım. Çünkü o kadar tutarsızlaşmıştım ki bir kaç dakika önce bana müthiş bir hakikat olarak görünen şey , biraz sonra koca bir yalan ve aldatılış gibi geliyordu. Felsefe denen o tuzlu suyu ne kadar içtim ? Susadıkça içtim , içtikçe susadım , susadıkça içtim ve bu böylece sürüp gitti yıllarca. Yaşıtlarımın her biri bir kızın güzelliğinde ve son radde suni ve egoistçe söylenmiş aşk söcüklerinde kendileri için bir yaşam neşesi buluyorken; bunlar benim hep uzağımda kaldı. Ben beni yıllardır dört bir yandan çağıran , nereden geldiğini ise hiç bir vakit anlıyamadığım o içsel sese adadım. Küçük te olsa bir hakikati kavramayı ; binlerce güzel kızın ve göz alıcı Hurinin bembeyaz ve iç aydınlatıcı gülüşüne yeğ tuttum. Aradım . Çölsel duygular ve çölsel bir arayışla , bir ney ve kaval havasında , boğazımda binlerce hıçkırık tadı olarak hep aradım ve bekledim bir gün bu bilememenin ve anlayamamanın karanlığı çözülür diye. Çünkü başka bir seçeneğim yoktu . Farketmeye başladığınız andan itibaren , ve birazda hisliyseniz bir daha görmezden gelmek gibi bir lüksünüz olmuyor.''Farketmekle'' birlikte bilinçsizliğin o neşeli cenneti ve derli topluluğu , kendini bilincin katlanılamaz çilesine ve dağılmışlığına bırakır . Ben bu cehennemin ateşini yıllardır sorularımla ( o hiç bir vakit kaçamadığım ve saklanamadığım sorularımla ) büyütüyorum. Çünkü ''FARKETTİM''. Toplumun kokuşmuşluğunu , erdemin erdemsizliğini , umudun boşluğunu , yaşamın anlamsızlığını , dinin çoğu vakit aldatıcı rahatlatan yüzünü , felsefenin kendi içini kemiren bir düşünüş tarzı olduğunu , kafamızda ki yargıların , geleneklerin , inanışların , sevginin , aşkın , adanmışlığın , dert duygusunun , dostluğun , söcüklerin vs. bir anlamsızlık temeli üzerinde yükseldiğini dehşetle ve içim acıyarak farkettim . Cennetim başıma yıkıldı . Tanrının huzurundan kovulmuş gibi bir hisle donakaldım. Hem yaşamın gürseline katıldım hem de bu akışa inanmadığım için ruhen hep dışında kaldım. En pak duygunun bile dikkatlice bakıldığında derinlere gizlenmiş bir çirkinliğini ve aldatıcılığını gördüm . Lanetli bir tohum oldum ve hiç bir toprak beni kabullenmedi. Elimden olmayarak yüreğimin birliğini ihtilafla sarstım ve mutsuz bilinçliliği mesut bilinçsizliğe tecih ettim. Tek ve yegane suçum budur. Ben ruhu kabirden ağzına ve gözlerine toprak dolmuş olarak kalkan , ruhunu yılan ve çiyan ısırıklarından paramparça kurtaran , üzerinde ölüm kokusunu taşıyan , ve bu dünyaya ait olmamanın cezasını çeken bir lanetliyim . YIllar oldu ki güzelliklere bakamadım . Ne yeryüzünün yeşilliğini ne gökyüzünün ve denizin maviliğini ne de şebnem yaprağında ki duru yağmur damlasını görebiliyorum.

Boynumdaki hasretin kemendiyle vecd içinde yağmurları bekleyen çöller gibiyim. Asırlarca süren bu beklemekliğim hiç bitmedi . Yanlızlıktan bunalmış ihtiyarlara döndüm. Yaşanmamış bir şeylerin özlemiyle kırık düşlere gömüldüm. Yağmurda ıslanmış bir kuşun ürkekliğiyle dolaştım şehirlerin karanlık sokaklarında. Beklenen gelir ve yollar aydınlanır diye. Bir özlemin ateşiyle çığlıklarım gökkubbeyi sarstı da ne yollar aydınlandı ne de beklenen geldi. Şimdi düşünüyorum da bütün bu serzenişler , çabalar , bekleyişler hep boşuna mıydı? Bütün bir gençliğim ve hayallerim yalan mıydı ? Hayatımın en delişmen çağında yıllarımı saha bu anlama çabası , tersten akan bir nehre karşı boşuna çekilmiş kürekler miydi ? Her akşamüstü güneşin son ışıkları yüreğimde parçalanırken , ve her tanyeri ağarışında bütün duaların karşılıksız kalmış gök katına çarpıp art dönmüş olduklarını görmek ne kadar da yordu beni ve yıprattı. Şimdilerde çoğu vakit sanki bir altmış üç yılda yaşamam gereken şeyleri yirmi üç yılda yaşamışım da , artık yaşanacak bir şey kalmadı gibi bir pay kapılıyorum. Çıldırmışlıkla dinginlik arasında , delilik ile bilgelik arasında o kadar gidip geldim ki artık ne çıldırmışlığı ve dinginliği , ne de delilik ve bilgeliği anlayabiliyorum. Bütün bir değerler sistemim bir bir çözülüverdi ve ben bu enkazın altında kalakaldım. Benim için eskiden yaşamak için bir neden olan her şey , sonradan ölümüm oldu. Elimle dayanak diye tuttuğum her şey dayanaklarımı yok etti. Tıpkı Halil Cibran'ın dediği gibi '' Güneşin altında işlenmiş her şey , bir de baktım ki boş ve iğreti ''. Durumum , bilge adamdan kendisine karada yaşamanın sırrını öğretmesini isteyen o balık gibi oldu. Bu balığa bilge adam karada yaşamanın sırrını öğretir ve balık bir kafeste yaşamaya başlar . Bir gün yağmur yağar ve kafesin dibinde bir gölet oluşur. Yağmurun şiddetiyle kafes gölete düşer ve balık bu gölette boğularak ölür. Benim de eskiden yaşam kaynağım olan bütün değerlerim daha sonra benim ölümüm ve çıldırma serüvenim oldu. Bir çiçeğin damarlarından akan ilaç öz suyu olan inanışlarım , bir akrebin yıllarca içinde sakladığı ve olgunlaştırdığı ölümcül bir agu oldu benim için. Derin vadilerde haykırdım. Çığlıklarımı kayalar bile ses vermedi . Elimde olmayarak Tolstoy gibi ''Doğmamış olana ne mutlu!'' dedim. Doğmamış olana ne mutlu! Sesim dipsiz kuyularda yitip kayboldu . Artık ne sevgilinin yaşam bahşeden , yaşayan ama bana varolmayan gözleri vardı , ne filozoflar konuştu ne de kitaplar bir şeyler anlattı. Gurbetten dönecek olan babasını bekleyen bir kız çocuğunun düşleri kadar yağmursu ve duru olan her ne varsa yitip gitti hayatımdan. Bir yaşlının ölümü sessizce kabullenişi gibi metanetimi topluyordum ''Zaman o müthiş kudretiyle her şeyi halledecek'' diyordum. Vakit kundaklanmış ve yağmalanmış bir mezar gibi elimde kaldı. Attığım her adım benden uzakta , bastığım hiç bir yerde yoktum artık.

Şimdi bütün bunları , abartılı mizacıma bağlayarak işin içinden çıkmalı mıyım ? Bu , ölümü sözcüklerle anlatmaya çalışmak kadar boş bir çaba olur. Yaşıyor olmanın ağırlığını ve sorumluluğunu bu kadar derinden duyuyorken ; nasıl bütün bunları abartılı mizacıma bağlayabilirim? Bunu kabullensem bile , beni an be an takip eden vicdanımın aynasından nasıl kaçabilirim?

Bütün bunları yaşarken bir rüya görmüştüm : karanlık bir denizin ortasına düşmüştüm. Durmadan çırpınarak bir sağa bir sola yöneliyordum. Ne görünürlerde tutunabileceğim bir şeyler vardı ne de uzaklarda görünen bir siyah parçası. Ağlıyordum. Gözyaşlarım denizin tuzlu suyuyla birleşerek ağzıma kaçıyor , deniz ise durmadan beni dibe çekiyordu. Direniyordum ama artık kollarım kopacak kadar sancılanıyor , bir o kadar da ağırlaşıyorlardı. Tam da kendimi umutsuzca dibe bırakmaya karar vermişken ani içimden kendi kendime : eğer derin bir soluk alıp içimi havayla doldurusam yüzeyde kalabilirim diye düşündüm. Ve ciğerlerimi yırtarcasına havayı içime çektim.

''Yüreğin birliği ihtilafla sarsılmadıkça, yollar aydınlanmaz!''. Şimdilerde ben , içimi havayla doldurarak ve karnımı şişirerek bu umuda sarıldım son bir şans olarak. Yüreğin birliği ihtilafla sarsılıp her şeye yerle bir olduktan sonra yollar aydınlanacak diyorum belki de....

Alıntıdır.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler
birşeylere, İnanmak, İstiyorum


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB kodu Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Açık

Forum Jump


Tüm Zamanlar GMT Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 01:57.


Search Engine Optimisation provided by DragonByte SEO v2.0.36 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2025 DragonByte Technologies Ltd.
ankara escort ankara escort ankara escort çankaya escort ankara otele gelen escort eryaman escort eryaman escort ankara escort eryaman escort kızılay escort escort ankara çankaya escort kızılay escort ankara eskort Antalya Seo tesbih
escort bayan mersin escort alanya eskort