![]() |
![]() |
#1
|
|||
|
|||
![]()
KÜLTÜRLERİN ÇOKLU EVRENİ(Multiversum)
Çağdaş Avrupalı Batılı Felsefenin, Başka Kültürlerin Felsefelerine Yaklaşımları 1.Bugün varolan kültürlerin hepsi aynı yaştadır. Şimdiki durumda, kültürlerin birbirleriyle olan ilişkileri üzerinde yeniden düşünmek gerekiyor. Bu, sadece, bu ilişkinin izleyen bölümlerde daha ayrıntılı olarak açıklanacak olan felsefi belirlenimi için geçerli değildir. Dünyanın büyük bölümlerinin Avrupa tarafından sömürgeleştirilmeleriyle bağlantılı olarak, kültürlerin birbirleriyle olan ilişkileri Avrupa-merkezci bir biçimde düşünülmüştür. Dünya, siya- sal, ekonomik ve kültürel olarak, Avrupa'nın egemenliğindeki bir bütünlük oluşturuyordu. Bugün bile parlamenter demokrasi, serbest pazar ekonomisi ve hıristiyan dini, dünyanın tüm sakinleri için geçerli olması gereken evrensel kavramlar olarak anlaşılmaktadır. Burada, bu kavramların evrensellik iddiasının, eleştirel bir inceleme içinde de, kolay kolay yadsınamayacağı unutulmamalıdır. Ama Avrupa'nın bu ağırlıklı olarak müspet misyonlarına bakarken de, Avrupa'dan -hemen derhal tek yönlü olarak- dünyanın art kalan bölgelerine yönelen düşünce modeline de bir soru işareti koymak gerekir. Batılı-avrupalı damgasını taşıyan evrenin karşısına, kültürlerin siyasal, ekonomik ve dinsel yapılarıyla çok ve çeşitli oluşlarının vurgulandığı kültürlerin bir 'çoklu-evreni' (Multiversum) kavramını koyuyoruz. Burada söz konusu olan, demokrasi, pazar ekonomisi ya da hıristiyanlık gibi kavramların umumi geçerliliğini ya da kullanışlılığını ilkesel olarak yadsımak değil, bilakis (1) batılı-avrupalı olmayan bölgelere aktarılabilirliklerinin müsait koşullarını ortaya koymak ve (2) bu kavramların batılı-avrupalı kuram ve kılgısına eleştirel bir gözle bakmak ve -başka kültürlerden yola çıkarak da- iyileştirilebilir olduklarını kabul etmektir. 'Multiversum' (çoklu-evren .) deyimi, Ernst Bloch'tan alınmıştır. Bloch bu deyimi ilk kez 1956'da, Berlin'de Alman Bilimler Akademisi'nde verdiği Differenzierungen im Begriff Fortschritt (İlerleme Kavramında Ayrımlaştırmalar) konferansında kullanmıştır.2 Burada, bu deyimin Bloch'ta yalnız coğrafi değil, zamansal bir boyutunun da bulunduğu, dikkate değerdir. Kültürlerin birbirleriyle olan ilişkilerinin yeniden belirlenmesi, kültür kavramı üzerinde düşünmeyi gerektiriyor. Kültür deyince, bir öbek insanın, bir yaşam biçimini, başka kültürlerin arasında ve doğanın içinde, sürekliliğini koruyabilecek şekilde biçimlendirmeleri çabasını anlıyoruz. Esas olarak buna, kendi kültürü içindeki başkalarının ve başka kültürlerin ve de doğal yaşam alanlarının üyelerinin kendi haklan içinde kabul edilmeleri de dahildir. Bu kavram belirlemesinden yola çıkarak bugün hâlâ varolan tüm kültürlerin, insanlığın başlangıçlarından günümüze dek, anılan koşullar altında varlıklarını korudukları için aynı yaşta oldukları söylenebilir. Ama aynı yaşta olmaları, her birinin, bir kültürün rolünü ya da' görevini kendi biçimlerince yerine getirdikleri ve bu noktada eşit haklara sahip oldukları anlamına da gelir. Kültürlerin 'çoklu-evren'inde, bir kültür diğerinden ancak, ikisi de -ya da bir- çokları da- bu konuda görüş birliği içinde oldukları sürece bir şeyler alabilir. Buradan, felsefenin, kültürlerin böyle anlaşılan bir çoklu-evreninde hangi işleri ya da görevi üslenebileceği sorusu ortaya çıkıyor. Çağdaş avrupalı-batılı felsefenin, başka kültürlere ve onları felsefelerine yaklaşımım eleştirel bir biçimde sorgulamak, bu sorunu yanıtlamak için mecburi bir adımdır. 2. Felsefe, sadece avrupalı-batılı ya da salt oraya Özgü bir vaka değildir. Bilindiği gibi 'Felsefe' sözcüğü, avrupa-batı kökenlidir. Eski yunancadaki philosophia' dan geldiği kolaylıkla görülebilir. Burada anlatılmak istenen, konunun bu anlamdaki kökeni ya da kaynağı değildir. Hiç kuşkusuz, felsefenin bir başlangıç yeri olarak eski Yunanistan, tam olarak da Atina şehir devleti saptanabilir. Burada, W. Nestle'nin 'aynı adlı kitabından başka yerlerde de yapıldığı gibi, Mitos'dan Logos'a3 0ldukça kolay bir türetme yapmaktan kaçınmaya çalışılmalıdır. Bir yandan, söylenlerde ve bu söylenlerin önemli kaynaklarını oluşturan Homeros'un destanlarında ve Aşilve Sofokles'in tragedyalarında çok çok felsefi öğe vardır: dünyanın ve yaşamın, rasyonel olarak temellendirilmesine çaba gösterilen bir yorumu, ve tam da bu çaba, anılan bağlamlar içinde kendi sınırlılığını görmek zorunda kaldığı için. Öte yandan, Thales ve Anaximandros'tan bu yana felsefı elyazmaları sayısız söylenbilimsel (mitolojik) unsurlar içerirler. Bu konuda, Parmenides'in varlık öğretisini tanrıça Dike'den almasını ve tanrıça'nın "bırak kararı akıl (Logos) versin"4 diyerek, kendi otoritesini bir başka ilkeye bağlı kıldığını, ya da Platon'un, Phaidros, Devlet ya da Timaios diyaloglarında yaptığı gibi, diskursif irdelemelerde çözülemeyecek söylensel imgeleri ve benzetmeleri sık sık kullandığını anımsamak yeter. Ayrıca, felsefenin yunanlı ve böylelikle avrupalı-batılı başlangıcının, Mısır gizemlerinde ve Ön-asya'nın hermetik bilgeliğinde, özellikle de Orpheusçu öğretide daha eski köklerinin bulunması da çok önemlidir. Avrupa-batı düşüncesinin tarihi açısından önemli sonuçlara yol açmış olan platoncu soma gökyüzü (gövde gömüt)5 eşidiği, köklerinin eski Orpheusçu ruh öğretisinde olduğu bilinmeden açıklanamaz. Diğerlerinin yanı sıra Pythagoras'ın ve Platon'un, Yunanistan'dan, oradaki dinsel ve bilimsel öğretileri tanıyıp öğrenmek için Mısıra yolculuk yapmış oldukları, yeterince bilinmektedir. Eski Yunan Felsefesinin özgün ve özel yanı ancak söylenlerle, tragedyalarla ve Afrika ve Önasya bilgelik öğretileriyle bağlantısı zemininde tam olarak anlaşılabilir. Yani platoncu felsefe'de, Doğu ve Mısır düşüncesiyle, özellikle hıristiyan ve hıristiyan olmayan gnosis'le yeniden güçlü bir etkileşime işaret edilmelidir. Hellenik-doğulu etkiler taşıyan bu düşünce biçiminin önde gelen temsilcileri olarak Proklos'u ve Plotin'i anabiliriz. Hegel'in temellendirdiği gibi, Thales'ten Hegel'e dek, birbiriyle bağlantılı olarak süren bir felsefe geleneği kurgusu, hiçbir biçimde kabul edilebilir değildir. Yine de bu kurgu çok etkili olmuştur ve olmaktadır. Hegel sonası Avrupa-batı felsefesi kendi tarihine bakışında, çoğun bu çizgiyi Nietzsche'ye, Heidegger ya da Wittgenstein'a, duruma göre kimi Habermas'a ya da Roriy'ye dek uzatmaktan başka bir şey yapmamıştır, Bu konuda, belki de en radikal bir biçimde konuşan, Heidegger olmuştur: Ona göre, Avrupa felsefesi bir söz uzatımıdır (pleonasm), çünkü Avrupa düşüncesi zaten felsefidir ve felsefe de avrupalıdır.6 Ama, öğretmeııi Schopenhauer tarafından, Budizm'in ve Hint felsefesinin önemine dikkati çekilen Nietzsche de, bugüne kadarki felsefeyle girdiği tartışmada, bütünüyle, açıkça "hıı~istiyan platonizmi" diye tanımladığı avrupalı-batılı geleneğe yönelir. Aslında Nietzsche, "hıristiyan platonizmi" formülüyle, aynı zamanda, başlangıcı açıkça Önasya'da olan ama sonra yunan-hellenist, daha sonra latin ve de arap Aristotelizmi üst biçimlendirilmelerinden geçen hııistiyan öğretisinin, böylelikle avrupalı-batılı düşünceyi belirlemiş olduğuna açıklık kazandırıyor. Burada yunanlı ve latin kilise babalarını, Agustinus'u ve yeni-platonculukla tartışmalarını, bir de ortaçağ aristotelesçiliğini anımsamak gerekir. Bu açıdan bakıldığında, Luther'in reformcu girişiminin büyük bir bölümü İncil metinlerirıdeki ilksel yahudi-israil düşüncesini göstermekten oluşuyordu. Gerçi bu duizm, Lutherci ortodoksluk, özellikle de Melancheton ve öteki protestan hümanistler tarafından, çok geçmeden yeniden geçersiz kılınmıştır. Böylelikle, avrupalı-batılı düşüncenin, Avrupa-dışı felsefelerle içiçeliği gösterildiğinde, birincisinde de içsel bir ayrımlaşma ortaya çıkmaktadır. Bakışımızı keskinleştirdiğimizde, sadece Anglosakson felsefe ve kıtasal avrupalı-batılı felsefenin özellikleri değil, ikinci anılanın, Avrupa kıtasının çeşitli ülkelerindeki özgün yönlerini de görürüz: latin dilleri konuşulan ülkeler, cermen ya da slav dil geleneğindeki ülkelerden karakteristik bir biçimde ayrılırlar. Ve Amerika Birleşik Devletleri'nin felsefecilerinin, ülkelerinin yerli geçmişiyle ve Afrika kökenli nüfusun özgün gelenekleriyle ilişki kurmak istediklerinde, kendine özgü sorunlarla karşılaştıkları görülmektedir. Avrupalı-batılı felsefenin burada temsil edilen inceleniş biçimi, dünyanın başka hangi bölgelerinin, anılan avrupa-dışı felsefenin yanı sıra kendi özgün felsefi düşünme biçimlerine sahip olduklarını ve bakış açısına bağlı olarak nerede, ne vakit ve nasıl kuruldukları sorusunu da ortaya çıkarıyor. Sonunda sadece açıkça görülebilen ve ortaya konulabilen felsefi geleneklerle değil, her insan kültüründe felsefenin özgün bir biçiminin bulunup bulunmadığı sorusuyla da ilgilenilecektir. 3. Felsefe, dünyanın çeşitli bölgelerinde, nerede, ne vakit ve nasıl ortaya çıktı? Dünyanın başka hangi bölgelerinin kendine özgü bir felsefe geleneğine sahip oldukları sorusu yanıtlanırken, ilk önce sık sık Çin ve Hindistan'la karşılaştırma yapılır. Bugünlerde avrupalı-batılı üniversitelerde öğretilen 'Karşılaştırmalı Felsefe' dalı, Çin ve Hint felsefesine, kısaca 'Doğu' felsefesine yöneliyor. Batılı ve doğulu felsefelerin bu anlamdaki bir karşılaştırılması, Hawai'deki, yani çoğun batı dünyasının Uzakdoğu yönündeki en uç noktası olarak görülen bir adalar grubundaki büyük bir enstitünün de araştırma konusunu oluşturuyor. Hollanda dilinde kısa süre önce U. Libbrecht'in bir kitabı yayımlandı: Inleiding tot de comparatteve filosofte (Karşılaştırmalı Felsefeye Giriş -ç.) ; bu kitapta düşüncenin evrensel derin yapısı temelinde, "yaşam göruşleri"ni dünya çapında bir perspektife bütünlemeyi olanaklılaştırması beklenen bir "dinamik model" geliştirilmektedir. Bu modelin çıkış noktasını "Yunan-batı, Hint ve Çin düşüncesinin esas düşünü(fikir)leri" oluşturuyor. Burada, yunanlı-batılı düşünceyle sınırlanmayı aşan, bu düşüncenin genişletilmesi için doğu, bu demektir ki çin ve hint düşünce mirasını da katan, büyük çaplı bir bütünleme denemesi söz konusu. Biçimsel olarak tasarlanmış umumi bir modele varmak için, ilkesel olarak bu iki anane mekanıyla sınırlı kalmayı son radde sorunlu buluyorum. Libbrecht'in girişiminin nereye varabileceğini bütünüyle görmek ve bunun eleştirel bir değerlendirmesini yapmak, ancak 'Karşılaştırmalı Bir Modelin Tasarımı ve Geliştirilmesi' adındaki birinci kitaptan sonra, yayımlanacağı bildirilen 'Karşılaştırmalı Bir Modelin Değişik Kültürlere Uygulanması' adlı ikinci kitabın da yayımlanmasıyla olanaklı olabilecektir. R. A. Mall ve H. Hülsmann, Die drei Geburtsorte der Phtlosophie, China, Indien, Europa (Felsefenin Üç Doğum Yeri: Çin, Hindistan, Avrupa -ç.) (Bonn, 1989) adlı kitaplarında salt karşılaştırmadan ya da biçimsel bir modele olası bir bütünleştirmeden başka bir çıkış noktası seçiyorlar. "Felsefe yapış tarzımızın kendini avrupalılıktan çıkarması", avrupalı-batılı düşüncenin başatlık iddiasının, onun yanında Hint ve Çin felsefelerinin de aynı düzeyde ele alınarak geçersiz kılınması üzerinde çalışıyorlar. Bu arada, yazarlar ritüelin, sözlü aktarımın, yaşayan anane mevcutlarının "yazılı kültürle eşzamanlı olarak etkili kalmalarına dikkat etmeye" çalışıyorlar. Ve "Çin'in, Hindistan'ın, Avrupa'nın" yanı sıra, dünyanın başka bölümlerinde, "Afrika'nın, Avustralya'nın, Güney Amerika'nın" da, felsefenin olası doğum yerleri olarak düşünülebileceğinin bilincindeler. Bu ad saymanın hâlâ noksan kalışı bir yana, yazarlar 'Önsöz'lerinde işaret ettikleri noktaları mantıklı olarak sonuna dek düşünselerdi, kitaba 'Felsefenin Üç Doğum Yeri' adının verilmemesi gerekirdi. R. A. Mall, daha sonraki çalışmalarında açıkça daha geniş bir perspektif seçmiştir. Böylece, Philosophie im Vergleich der Kulturen, Etne Ein- führung in die Interkulturelle Philo- sophie [Kültürlerin Karşılaştırılmasında Felsefe. Kültürlerarası Bir Felsefeye Giriş -ç.) (Bremen 1992) adlı kitabı, "Kültürlerarası Felsefe Kavramı ve İçeriği" üzerinde esas irdelemeler ve "Kültürlerarası Bağlamda Yorum Bilgisi" üzerine ayrıntılı yöntembilimsel düşüncelerinin yanı sıra "Çin, Hint, Avrupa, Afrika ve Latin Amerika felsefesinin bazı önemli görünümlerinin" kısa bir betimlemesi de yer almaktadır. Gerçi, Mall böylelikle "merkezler"i ele almakta, ama her tür "merkezciliği" kesinlikle yadsımaktadır. Mall ve Hülsmann'ın adı geçen kitabından bir yıl önce, eski Doğu Almanya'da, sekiz yazarın ortaklaşa oluşturdukları ve adı geçen kitaptaki karakteristik sınırlamanın aşıldığı bir kitap yayımlandı: Wie und wa- rum entstand Phtlosophie im verschiedenen Regionen der Erde? [Felsefe, Yeryüzünün Çeşitli bölgelerinde Nasıl ve Sebep Oluştu -ç.) Yayına Hazırlayanlar: R. Moritz, H. Rüstau ve G. R. Hoffmann (Berlin 1988). Bu kitabın yazarları: "Bakış açısını genişletmeye ve Dünya Felsefe Haritası'nın bütününü göz önünde bulundurmaya yönelik katkılarını sunmak istiyorlar", bu haritada, yukarıda anılan ve akademik çalışmada birbirleriyle bol bol karşılaştırılan üç felsefenin yanı sıra Japonya'nın, İslami alanın, Sahra'nın güneyindeki Afrika'nın, sömürgecilik öncesi Meksika'nın ve Latin Amerika'nın sömürgecilik ve sömürgecilik sonrası dönemlerinin felsefeleri de yer alıyor. Olabildiğince kapsamlı bir "Marxçı temelde yükselen karşılaştırmalı felsefe tarihi" tasarısında, özellikle Avrupa dışı düşüncenin özgün öneminin kesinlikle tanınacağı ve "felsefi düşüncenin oluşumundaki çok yönlülük"ün ortaya konulacağı söyleniyor. Her ne kadar, kitabın 'Önsöz'ünde 'Her halk, kendi tarihiyle bugünün dünyasının oluşmasına bir katkıda bulunmuştur' diye vurgulanıyorsa da, felsefenin oluştuğu ve Marxçı bir felsefe kavramının ön- koşullarına göre- oluşabileceği "yeryüzünün çeşitli bölgelerinin" listesi seçici kalıyor. Önkoşullar, belirli "toplumsal koşullar", "erken sınıflı toplumun belirli bir biçimi" ve "her toplumda, gövdesel ve düşünsel çalışmanın ayrılmasının tamamlanmış olması"dır. Burada ele alınan bölgelerde, buna müsait olarak, dinin bulunduğu ama felsefe- nin olmadığı, olsa olsa "din kisvesindeki felsefe öncesi unsurların" bulunduğu felsefe öncesi tarihsel dönemler vardır. Bu kavrayışa göre yeryüzünün büyük bölgeleri açıkça bugüne dek böyle bir felsefe öncesi gelişme aşamasında kalmışlardır. Burada 'Dünya Felsefe Haritası'nın bir 'Dünya Kültürler Haritası'yla çakışacak biçimde genişletilmesi gerekmiyor mu, sorusu ortaya çıkıyor. Anılan yazarlar kollektifi hâlâ, üstelik yüzü dünyanın bu kesiminin akademik felsefesine dönük bir avrupalı felsefe kavramından yola çıkmıyor mu? Burada, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki ve 20. yüzyılın başlarındaki Avrupa felsefesine bir bakmak, Marx'ın, Nietzsche'nin ve Freud'un (üç 'kuşku ustası'nın) felsefe açısından, bu vakit kesitinde akademik çerçevede çalışan felsefecilerden açıkça daha önemli olduklarını görmek için yeterlidir. Kitabın bir başka sınırlaması da, doğa devrimi paradigmasının, insanlık tarihi hakkındaki anlatımları da belirlemesidir. İnsanlık, felsefi düşünceyle, daha öncekiler karşısında daha üst bir düzey oluşturacak bir gelişme aşamasına ulaşıyor. Buna karşılık, ben burada felsefeyle -tıpkı sanat gibi- insanlığın daha en erken zamanlarında karşılaşılabileceği görüşünü savunuyorum. Her kültürde, felsefenin özgül bir biçiminin bulunduğu savı ciddiye alınacaksa, bu görüşten yola çıkmak gerekir. "Felsefi içeriklerle (Philosophemen), dinsel bilinç içerikleri arasındaki ilişkinin" nasıl düşünülmesi gerektiği, bu başlangıç noktası açısından da "son radde önemli ve aynı ölçüde karmaşık bir soru"dur. İkisi arasında keskin bir ayrım yapmak olanaklı değildir, bunu bize avrupalı-batılı geleneğin ortaçağdaki ve günümüzdeki, mezheplere bağlı felsefelerinin yanı sıra, hintli, afrikalı ve öteki felsefeler de öğretmektedir. Bunun ötesinde, sözü edilen başlangıç noktasından yola çıkarak, akademik çerçevenin içinde ve dışında neyin 'büyük' ya da 'gerçek' felsefe olarak kabul edileceğine karar vermek de zordur. Kuşkusuz bu, evrim ya da ilerleme bakış açılarından yola çıkarak yapılamaz. Çünkü Lao Tse'nin ya da Zerdüşt'ün öğretilerine, Mısır'ın Ölüler Kitabı'ndaki Ma'at (adalet, hukuk, iyi yönetim -ç.) derlemesiyle ya da Eski Ahit'teki, Süleymanın Meselleri, vaiz ve Neşideler Neşidesi kitaplarındaki bilgelik sözleri toplamına, avrupalı-batılı gelenekteki bir Platon'un ya da bir Aristoteles'in klasik felsefelerine elbette daha sonrakiler tarafından ulaşılmış ya da aşılmış gözüyle bakılamaz. Bu noktada, üretiminin ilk Jena yıllarındaki Hegel'e (1801-1802), daha sonraki evrimci düşünen filozoftan bütünüyle farklı olarak, yeni bir şey sunmaya değil, "en eski eskiyi" yeniden kurmaya çalışan Hegel'e gönderme yapabilirim. Yerinde bir formüllendirmeyle şöyle söylüyor: "Her (büyük ya da gerçek) felsefe, kendi içinde yetkindir, ve gerçek bir sanat yapıtı gibi, kendi içinde bütünlüğü vardır."~ Böyle bakıldığında sekiz doğu alman yazarın kitabının başlığı, 'Felsefe Dünyanın Şu Çeşitli Bölgelerinde Nasıl ve Sebep Oluştu?' biçiminde olsaydı, çok şey kazanılmış olurdu. Burada 'neden"' sorusunun da kendine özgü sorunsalı vardır. Bu soru, felsefenin, kendi içindekiler dışında oluşum nedenleri bulunduğunu, yani esas ekonomik verileri ("gövdesel ve düşünsel emeğin ayrılması") olan "belirli toplumsal koşullan" bulunduğunu varsaymaktadır. Buna karşılık benim tezim, felsefe ediminin -sanat edimi gibi- insan varlığının bağımsız, her insani kültürde, özgül bir biçimde varolan, ne ki, mutlaka 'felsefe' (ya da 'sanat') kavramı altında karşılaşılması gerekmeyen bir ayırıcı özelliği olduğu görüşü üzerinde temelleniyor. Bununla, felsefenin 'neden?' oluştuğu sorusunun, tıpkı insan 'soyunun' sebep olduğu sorusunda olduğu gibi, yanıtlanamayacağı söyleniyor. ,Aynı zamanda, sözü edilen yapıtın başlığında sorulmayan 'nerede?' sorusu açısından da, açıkça, 'her insani kültürde' yanıtı saptanmış oluyor. Bu bağlamda, 'ne zaman?' sorusunu sorarsak, bununla bir yıl sayısı ya da insanlık tarihinde bir dönem kastedilmemektedir. İnsanların 'sanat' ve aynı zamanda 'büyük sanat' olarak görmemiz gereken şimdiye dek bilinen en eski kültür anlatımları, 20.000 yıl kadar eskidirler. Burada, Namibia'daki, Kanarya Adaları'ndaki kaya resimlerini ya da Güney Fransa'daki mağara resimlerini düşünüyorum. Felsefe ediminin en eski yazılı belgeleri, Upanisadlar, bizim miladımızdan yedi yüzyıl öncesine dek uzanırlar.8 Başlangıçta sözlü olarak aktarılan felsefelerin oluşumunun ne denli eskiye uzanması gerektiği, yıl olarak verilemez. Bence, bu süreç insan kültürlerinin oluşum tarihine paraleldir. Sonunda felsefenin 'nasıl' oluştuğunun incelenmesi de -yanıtlanamaz olan 'neden?' sorusunun irdelenmesi ve 'ne zaman?' ve 'nasıl?' tartışması da aynı şekilde- tüm bu soruların temelinde yatan felsefe kavramıyla da sıkı sıkıya bağıntılıdır. Burada tartışılan kitabın yazarları Leipzig'li felsefeci H. Seidel'in bir formüllendirmesine dayanıyorlar: "Felsefe deyince, dünyanın bütünselliğini rasyonel bir biçimde bilmeye, insanın dünya içindeki konumunu, etkinliğini ve dünyaya karşı tutumunu kavramaya ve temellendirmeye çalışmış olan ya da çalışan tüm çabaları anlıyoruz. Bu felsefe kavramını (1) daha kolay bir biçimde ele alır ve (2) burada kullanılan rasyonellik kavramını eleştirel bir biçimde gözden geçirirsek, bu felsefe kavramından yola çıkabiliriz. O vakit dünyanın ve insan yaşamının, rasyonel olarak temellendirilebilirlik iddiasıyla girişilen her yorumunun, felsefe olarak kabul edilmesi gerektiği formülüne varılır. Burada rasyonel olarak temellendirilebilirlik, ilk planda ve her şeyden önce mantıksal tutarlılık ve tanıtlamasal doğruluk anlamında değil -bunlar zaten doğal bir biçim- de buna dahildirler- tersine, her bakımdan yalnızca düşünmenin kendine özgü biçimlerini kullanan düşünce bağlamı anlamında kullanılmaktadır. Tam anlamıyla bir rasyonel olarak temellendirilebilirliğin değil, bunun istenmesinin söz konusu edilmesi, felsefe yapanın, düşünmenin özgül yöntemleriyle yükümlü olduğunu bildiği, ama bu araçlarla dünyanın ve insan yaşamının kapsamlı yorumlarına her vakit ulaşmayı beklemediği anlamına geliyor. Söz konusu isteme ve yükümlülük, bu arada, felsefe yapanın, 'düşünme yolunu', içinde her durumda sonuna dek gidemese de, ilksel olanaklılıkları ve kısıtları içinde düşünmesi gerektiği anlamına da geliyor. Bu arada 'düşünme yolu'nun kısıtlarının, sık sık, 'erken' düşünce bağlamlarında da, çıkmazlarla işaretlenmeleri karakteristik bir durumdur. Bu felsefe anlayışını esas aldığımızda, söylensel ya da dinsel anlatılarda, ve şiirsel anlatımlarda da felsefi düşünme bağlamlarına rastlanılması hiç de şaşırtıcı olmaz. Bu arada Mall ve Hülsmann'ın "riıüellere" ve "sözlü aktarımlara" işaret etmeleriyle, felsefenin yalnızca yazılı belgelerde bulunabileceği saptaması şimdiden geçersiz kılınmış ve de bu saptamanın avrupa-merkezci olduğu görülmüştür. Buna göre, felsefi olan, söylensel, şiirsel ya da genelde sanatsal ve dinsel olanın içinde bulunabilir. Bu başlangıçsal durumun, felsefenin erken biçimlerinde var olmuş olduğu ve belirli felsefı doğrultularda bugüne dek varlığını sürdürdüğü görülüyor. Felsefenin felsefe olarak oluşum tarihi, böylelikle, felsefi olanın, adı geçen bağlamlardan görece bir dışarı çıkmasının tarihi ve bugüne dek tamamlanmamış ve felsefi düşünmenin ilkesel olanaklılıkları ve kısıtları açısından, ve göründüğü kadarıyla kaçınılmaz olan çıkmazlı ıra özellikleri açısından bakıldığında, hiç tamamlanamayacak olarak anlaşılması gereken bir bağımsızlaşmasının tarihi olur. |
![]() |
Etiketler |
çoklu, evrenİmultiversum, kÜltÜrlerİn |
|
|